24 Aralık'ı 25 Aralık'a bağlayan gece, Noel, yani Hazreti İsa'nın doğum günü kabul edilir. Bu tarih Papa Greogorius tarafından yayımlanan ve bizim de kullandığımız Gregoryan takvimine göre kabul edilen sabitlemedir zira Ermeni ve Ortodoks kiliseleri Noel'i farklı tarihlerde kutlar. İşin ilginç yanı, bu tarihin Hazreti İsa olarak kabul edilen tarihsel kişiliğin doğum günüyle bir ilgisinin olmamasıdır zira Luka İncili'ne göre koyunların kuzuladığı dönemde -tahmini olarak Nisan ve Mayıs-, Kuran-ı Kerim'e göre taze hurma zamanına denk gelen Ekim ayında dünyaya gelmiştir. Kaldı ki sadece doğum günü değil, yılı bile belli değildir çünkü M.Ö. 4 ile M.S. 6 arasındaki 9 yıllık -çünkü 0. yıl yoktur- bir döneme tekabül ettiği tahmin edilmektedir.
25 Aralık gecesine Noel/ Christmas (yani kurtarıcı) adı verilmesine 597'de, Papa Diyonisyus döneminde karar verilmiştir. Bu tarihin seçilmesinin asıl nedeni de 25 Aralık tarihinin, Hristiyanlığın içinde inşa edildiği Roma İmparatorluğunda Işık Tanrısı olan Mitra'nın doğum gününü olmasıdır: Bu tarih, Güneş'in esaretten kurtulması ve günlerin uzamaya başlamasını kutlayan pagan inanışının Hristiyanlaşmasının sonucudur: "İsa Güneşimizdir"
Yani aslında Noel'i Müslümanlar'ın kutlamaması tartışmasını orijinine taşıyacak olursam, Hristiyanların bile kutlaması yersizdir sonucuna varabilirim. Hatta benzer iddiaları diğer pek çok kutsal gün/bayram ya da yortuya da genelleyebilirim.
Özetle, bugün kutlanan özel günlerin tamamını, tek tanrılı dinler ortaya çıkmadan çok önce yaşamış bir pagana borçluyuz.
21 Aralık 2016 Çarşamba
Tarafsızlık mümkün mü?
Dante Alighieri, İlahi Komedya'nın Cehennem Bölümündeki ünlü dizelerinde, "Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır" der.
Tarafız olduğunu iddia etmek, sanırım, başka insanlar üzerinde kendimizin olumlu bir imgesini oluşturmak için öncelikle kendimize söylediğimiz, sonra da diğerlerini ikna etmeye çalıştığımız bir yanılsama. Ama en büyük yanılsama, etrafımızdaki herkesin buna ikna olduğunu düşünmemiz.
Taraflı olmakta zerre sakınca yok; insan doğası, bir şeyleri, diğerlerinden daha fazla kabul etme eğilimindedir. Asıl sorun, öyle değilmiş gibi davranmak, öyle değilmiş gibi görünmeye çalışmakta yatıyor. O zaman, mesela, "diğer" tarafa çakmak, tarafsızlıkmış gibi görünebiliyor ama öyle olmuyor. Çünkü tarafsızlık, yeri geldiğine yandaş olduğun görüşe/inanca/eğilime de çakmayı gerektirir.
Burada sergilenecek en etik tavır, olsa olsa, taraflı olduğunu kabul etmek ve bunu meşrulaştıracak zeminde mücadele etmektir. İnsan, çok çeşitli sebeplerle kendisini muktedirin yandaşı olarak görebilir. Bu durumda alacağı eleştiri konusunda çok daha sağduyulu ve sakin olmalıdır.
Kimse tarafsız olmak zorunda değil; ama bu ahlaksızlık ya da akılsızlık için gerekçe olamaz..
Tarafız olduğunu iddia etmek, sanırım, başka insanlar üzerinde kendimizin olumlu bir imgesini oluşturmak için öncelikle kendimize söylediğimiz, sonra da diğerlerini ikna etmeye çalıştığımız bir yanılsama. Ama en büyük yanılsama, etrafımızdaki herkesin buna ikna olduğunu düşünmemiz.
Taraflı olmakta zerre sakınca yok; insan doğası, bir şeyleri, diğerlerinden daha fazla kabul etme eğilimindedir. Asıl sorun, öyle değilmiş gibi davranmak, öyle değilmiş gibi görünmeye çalışmakta yatıyor. O zaman, mesela, "diğer" tarafa çakmak, tarafsızlıkmış gibi görünebiliyor ama öyle olmuyor. Çünkü tarafsızlık, yeri geldiğine yandaş olduğun görüşe/inanca/eğilime de çakmayı gerektirir.
Burada sergilenecek en etik tavır, olsa olsa, taraflı olduğunu kabul etmek ve bunu meşrulaştıracak zeminde mücadele etmektir. İnsan, çok çeşitli sebeplerle kendisini muktedirin yandaşı olarak görebilir. Bu durumda alacağı eleştiri konusunda çok daha sağduyulu ve sakin olmalıdır.
Kimse tarafsız olmak zorunda değil; ama bu ahlaksızlık ya da akılsızlık için gerekçe olamaz..
4 Aralık 2016 Pazar
Aşk ve Sindirim
Aşk ve Sindirim
Daha eskilerde aşkın neredeyse uhrevi bir duygu, bir tür vecd deneyimi olduğuna inanılır, bir biçimde acı olmadan aşk sayılmayacağı düşünülür, sonunda elde edileceği mutluluk ihtmailinin de bu acının derecesiyle orantılı olduğu var sayılırdı.
Derken önce Freud ve çetesi aşkın bu kadar aşkın ve doğaüstü bir deneyim olmadığını iddia etti, arkadan da nöro-psikoloji ve biyo-kimya bu iddiaları destekleyen kanıtlar getirdi. Artık, aşk, hiç değilse şehirli/eğitimli/modern insan ya da daha açık söyleyeyim, sevişebilme imkanlarına daha kolay erişebilenler için daha az uhrevi ve daha fazla dünyevi. Ancak bu bile aşkın güzelliği ya da gerekliliğine ilişkin epistemoloji ve ontolojimizi değiştirmeye yetmedi.
Psikanaliz, sanattan farklı olarak, aşkı yüceltmek yerine onu anlamaya ve açıklamaya çalışırken, çocuğun ilk aşkı olan annesiyle kurduğu organik ve psikolojik bağlılıktan yararlandı. Üstelik bunu sanattan yararlanarak yaptı. Bu ilk bağlanma nasıl gerçekleşirse yaşamın sonraki dönemlerinde aranan aşklar da bunu idealize aşkın gölgesinde yaşanıyordu. Çocukla annenin aşkı idealdi çünkü çocuk en ilkel dürtüleriyle tam bir haz öznesi olarak, id olarak var oluyor, anne de bilinen en güçlü güdü olan anneliğin koruyuculuğuyla sahip çıkıyordu. İlk başta yalnızca erkek çocuk ve anne arasındaki aşkı açıklamak için kullanılan bu açıklama daha sonra kız çocuk ve anne arasındaki ilişki açısından gözden geçirildi baba faktörü de devreye alındı. Ama yine de ana yoldan sapma olmamıştı: ilk aşk, ilk bağlanma ilişkisi olan anne ile çocuk arasında yaşanıyordu. O meşhur klişeler de böyle gelişti: erkekler hayatları boyunca annelerine benzeyen kadınlar arıyor, kadınlar hayatları boyunca başka erkeklerde babalarını tamir etmeye çalışıyordu.
Bu koşullarda aşk, bir bakım-veren ve bir bakım-alan ilişkisi olarak kurulmaktadır. Anne -çocuk ikiliği yerine bakım-veren- bakım-alan kavram çiftlerinin kullanılması çocuğun her zaman bizzat biyolojik annesi tarafından yetiştirilmiyor olması gerçeğine dayanmaktadır. Hayatının başlangıcında bakım-alan olan özne, büyümeyle birlikte sahip olduğu konforları kaybetmekte ve ilişkilerinin devam edebilmesi için "karşılıklılık" esası gereği, bakım-veren de olmak zorunda kalır. Ancak bunun oran, şiddet ve derecesi özneden özneye değişir. Geçmeleri gereken duygusal-bilişsel aşamaları sağlıklı bir biçimde atlayanlarda bu oran genellikle dengeliyken, farklı gelişim dönemlerinde "takılı" kalanlarda bu oran aşırı-vericilik ya da aşırı-alıcılık olarak bozulabilir.
Aşırı-alıcı arketipler, ağızlarına kaşıkla mama verilmesini bekleyen ama elde etmek için çaba harcamak istemeyen yetişkin görünümlü ergenlerdir. Karşılıklılık taleplerini genellikle kaçarak engellemeye çalışırlar. Buna karşılık aşırı-verici arketipler kendilerini "öteki"nin ihtiyacını karşıladığı sürece yetkin hissederler. Bu iki tipin karşılaşması, hiç kuşkusuz "mükemmel eşleşme" olacaktır. Şunu da akıldan çıkarmamak gerekir ki tamamen alıcı ya da tamamen verici insanlar yoktur, sadece bir ağırlık kayması meselesidir.
Bu kutuplardan birisinden çok merkeze yakın bir özne kendi salınım aralığına benzer davranışlar sergileyen bir "öteki"yle rahat edecek, aksi taktirde adaletsizlik duygusu ilişkinin zehri olacaktır. Bunun neticesinde aşk, elinizle beslediğinizin, içindeki tüm posayı, sizin ağzınıza sıçtığı bir finalle perdelerini kapatabilir. Tabii tersi durum da söz konusudur; "öteki" de sizin klozetiniz olmaktan kurtulamayabilir.
Tüm metabolik etkinlikler gibi aşkın da beslenmeye, sindirime ve boşaltıma ve bunlar için gerekli oksijeni alabileceği havaya ihtiyacı vardır. Yediğimize içtiğimize ve tabii onları kimlerle yediğimize dikkat etmemiz gerekir.
Daha eskilerde aşkın neredeyse uhrevi bir duygu, bir tür vecd deneyimi olduğuna inanılır, bir biçimde acı olmadan aşk sayılmayacağı düşünülür, sonunda elde edileceği mutluluk ihtmailinin de bu acının derecesiyle orantılı olduğu var sayılırdı.
Derken önce Freud ve çetesi aşkın bu kadar aşkın ve doğaüstü bir deneyim olmadığını iddia etti, arkadan da nöro-psikoloji ve biyo-kimya bu iddiaları destekleyen kanıtlar getirdi. Artık, aşk, hiç değilse şehirli/eğitimli/modern insan ya da daha açık söyleyeyim, sevişebilme imkanlarına daha kolay erişebilenler için daha az uhrevi ve daha fazla dünyevi. Ancak bu bile aşkın güzelliği ya da gerekliliğine ilişkin epistemoloji ve ontolojimizi değiştirmeye yetmedi.
Psikanaliz, sanattan farklı olarak, aşkı yüceltmek yerine onu anlamaya ve açıklamaya çalışırken, çocuğun ilk aşkı olan annesiyle kurduğu organik ve psikolojik bağlılıktan yararlandı. Üstelik bunu sanattan yararlanarak yaptı. Bu ilk bağlanma nasıl gerçekleşirse yaşamın sonraki dönemlerinde aranan aşklar da bunu idealize aşkın gölgesinde yaşanıyordu. Çocukla annenin aşkı idealdi çünkü çocuk en ilkel dürtüleriyle tam bir haz öznesi olarak, id olarak var oluyor, anne de bilinen en güçlü güdü olan anneliğin koruyuculuğuyla sahip çıkıyordu. İlk başta yalnızca erkek çocuk ve anne arasındaki aşkı açıklamak için kullanılan bu açıklama daha sonra kız çocuk ve anne arasındaki ilişki açısından gözden geçirildi baba faktörü de devreye alındı. Ama yine de ana yoldan sapma olmamıştı: ilk aşk, ilk bağlanma ilişkisi olan anne ile çocuk arasında yaşanıyordu. O meşhur klişeler de böyle gelişti: erkekler hayatları boyunca annelerine benzeyen kadınlar arıyor, kadınlar hayatları boyunca başka erkeklerde babalarını tamir etmeye çalışıyordu.
Bu koşullarda aşk, bir bakım-veren ve bir bakım-alan ilişkisi olarak kurulmaktadır. Anne -çocuk ikiliği yerine bakım-veren- bakım-alan kavram çiftlerinin kullanılması çocuğun her zaman bizzat biyolojik annesi tarafından yetiştirilmiyor olması gerçeğine dayanmaktadır. Hayatının başlangıcında bakım-alan olan özne, büyümeyle birlikte sahip olduğu konforları kaybetmekte ve ilişkilerinin devam edebilmesi için "karşılıklılık" esası gereği, bakım-veren de olmak zorunda kalır. Ancak bunun oran, şiddet ve derecesi özneden özneye değişir. Geçmeleri gereken duygusal-bilişsel aşamaları sağlıklı bir biçimde atlayanlarda bu oran genellikle dengeliyken, farklı gelişim dönemlerinde "takılı" kalanlarda bu oran aşırı-vericilik ya da aşırı-alıcılık olarak bozulabilir.
Aşırı-alıcı arketipler, ağızlarına kaşıkla mama verilmesini bekleyen ama elde etmek için çaba harcamak istemeyen yetişkin görünümlü ergenlerdir. Karşılıklılık taleplerini genellikle kaçarak engellemeye çalışırlar. Buna karşılık aşırı-verici arketipler kendilerini "öteki"nin ihtiyacını karşıladığı sürece yetkin hissederler. Bu iki tipin karşılaşması, hiç kuşkusuz "mükemmel eşleşme" olacaktır. Şunu da akıldan çıkarmamak gerekir ki tamamen alıcı ya da tamamen verici insanlar yoktur, sadece bir ağırlık kayması meselesidir.
Bu kutuplardan birisinden çok merkeze yakın bir özne kendi salınım aralığına benzer davranışlar sergileyen bir "öteki"yle rahat edecek, aksi taktirde adaletsizlik duygusu ilişkinin zehri olacaktır. Bunun neticesinde aşk, elinizle beslediğinizin, içindeki tüm posayı, sizin ağzınıza sıçtığı bir finalle perdelerini kapatabilir. Tabii tersi durum da söz konusudur; "öteki" de sizin klozetiniz olmaktan kurtulamayabilir.
Tüm metabolik etkinlikler gibi aşkın da beslenmeye, sindirime ve boşaltıma ve bunlar için gerekli oksijeni alabileceği havaya ihtiyacı vardır. Yediğimize içtiğimize ve tabii onları kimlerle yediğimize dikkat etmemiz gerekir.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)