11 Nisan 2020 Cumartesi
Sizde sistem yok fıkrası:
Keban barajı inşa edileceği zaman Amerika'dan keşif için gelen mühendis ekibini Elazığ'ın köylerinden birinde, muhtarın evine yerleştirmişler. Köyün ne yolu var, ne elektriği ne de suyu. Akşam gaz lambası ışığı altında bulgur pilavı ikram edilen misafirlere yer yatağı açılmış. Gece ilerleyen saatlerde def-i hacet için dışarı çıkan mühendis ve çevirmen muhtarın işaret ettiği 50 metre ilerideki tahta kutuya doğru bata çıka ilerlemiş. Güç bela işini bitiren mühendis dışarı çıkınca içlerinde bulundukları nahoş durumu yumuşatmak için gökyüzündeki yıldızları, tarladaki ekinleri işaret edip "buralar çok güzel, havası suyu eşsiz ama sizde ne yazık ki sistem yok" demiş. Çevirmenin sözünü bitirmesini bekleyen muhtar "beyim" demiş "bizde o sistem denen şey olsaydı, sen benim babamın tarlasına değil, ben senin babanın tarlasına sıçardım."
Sistemli günler dilerim sevgili Orta Dünya halkları.
6 Nisan 2020 Pazartesi
Komplo Teorileri aklınızı yavaşlatır tabii bir aklınız var ise.
David Hume'un 300 yıl önce reddettiği nedensellik ilişkisini bile anlamamış ne kadar Aynştayn, ne kadar Şerlok varsa komplo teorisi üretiyor maşallak!
Mesela görsele göre 19 Kasım ve 14 Mart arasındaki 4 aylık uzun sayılabilecek bir süreçte bazı çok uluslu şirketlerin yöneticileri istifa etmiş. Tamamı doğru olsa bile argümanı şöyle iade edebilirim: Aynı süreçte IKEA ya da Coco Cola ya da Toyota ya da BMW ya da Cargill ya da Patek Philippe'nin CEOları da istifa etmemiş. Demek ki 1 çeyreklik dönemde rastgele sektörlerde çalışan çok uluslu şirketlerdeki yönetici istifaları herhangi bir nedensellik fenomeni değildir. Kalan 9 ayda istifa eden CEO'lar var mıdır? Yeni yıla yakın yani şirket karlarının açıklandığı dönemler ve istifalar arasında bir bağlantı var mıdır? Bunun virüs salgınıyla arasında nedensellik kurmamızı sağlayacak bir gerekçesi var mıdır?
Bunların bir de deprem zamanı dolunay ve deprem arasında nedensellik bağıntısı kuran versiyonları vardı, neyse ki şu an virüs kaynaklı işlere merak salmışlar. Onları da şu soruyla reddetmişliğim vardır: Bir gün içinde Dünya üzerinde ortalama kaç deprem kaydedilir? Yılda birkaç milyonluk bir sayı dile getirilmektedir ki bu da günde ortalama 2800-3000 civarında depreme karşılık gelir. Bunların 5 ve üzerinde olanları yıllık ortalama 1500 civarındadır yani gün başına 5 önemli deprem kaydı yapılır. Demek ki günde 5 ayda 150 kere gerçekleşen büyük depremlerle dolunay arasında kurulacak bir bağıntının bir nedensellik içermesi mümkün değildir. Yani sıklıkla tekrarlanan fenomenlerle belli düzenlilikte tekrarlanan fenomenlerin rastgele bir biçimde örtüşmesi bilimsel kanıt değildir.
Düşünmek için evrimleşmiş bir organa sahip olup onu idareli kullanmamız ne kadar da üzücü. Akılcı günler dilerim.
Tuzunuz kuru mu?
Tuz hakkında bir hikaye: aktarıcısı annemdir, bu vesileyle kadından kadına geçen sözlü bilgeliğin değerini de bildirelim;
Şimdi market rafında 3 liraya satıldığı için insanlık tarihi açısından ne anlama geldiğini pek bilmediğimiz değerli bir madendir. Buz dolaplarının, koruyucu kimyasalların, gıda işleme teknolojilerinin olmadığı dönemlerde, tuz, gıdaların saklanmasında kendisinden yararlanılan en değerli doğal bileşiklerden birisidir. Aynı zamanda besicilikte de kullanıldığı için tarım toplumları açısından para kadar önemliydi. O kadar değerliydi ki Salzburg (tuz şehri) gibi şehirlere isim olmuş, standart değişim aracı olduğu için ekonomik bir terim olan 'salary' (maaş) sözcüğünün kökende de kendisini bulmak mümkündür.
İşte tuzun en alttakilerin fiziksel emeğiyle madenler ya da tuzlalardaki etkinlikleriyle elde edildiği dönemlerde, köyün birinde kadının birisi isteyen herkese kocasının tuzladan bin bir emekle getirdiği tuzu vermekte sakınca görmezmiş. Tuz çuvalının kısa sürede tükendiğini gören adam, her defasında karısına her isteyene vermemesi gerektiğini söyler ama kadın komşularla iyi geçinmek için kocasının sözüne kulak asmazmış.
Canına tak eden adam çuvalın dibini görünce hiddetlenmiş ve bir dahaki tuz işine karısını da götürmeye karar vermiş. Tuzlada güneşin altında saatlerce tuz kazan, çamurlu tuzu yıkayıp kurutup kocasının sırtına vurduğu çuvalla eve taşıyan kadın, meselenin iki günlük yorgunlukla bitmeyeceğini anladığında artık çok geçmiş. Çünkü tuz çuvalını taşımaktan sırtında yaralar açılan ve günlerce acı çeken kadın, hasta yattığı yatakta 'hele bir iyileşeyim bir daha kimseye tuz vermem' diye yeminler etmiş.
Neyse efendim hasta yatarken kapıyı tıklatmayan komşulardan birisi, kadının ayaklandığını görünce elinde bir kaseyle kapıda belirmiş. Tuzun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiş olan kadın "gördüm tuzun yokuşunu, götümün yere akışını" demiş, "bir daha kimseye bir çimdik tuz vermem diye büyük yemin ettim". Sonra duraksamış "ver kaseyi" demiş, "kocamın çuvalından vereyim".
Özetle sevgili Orta Dünya'nın kadim halkları, deneyim bile bazen öğretici olmaz çünkü insan özü itibariyle dirençli bir hayvandır.
Şimdi market rafında 3 liraya satıldığı için insanlık tarihi açısından ne anlama geldiğini pek bilmediğimiz değerli bir madendir. Buz dolaplarının, koruyucu kimyasalların, gıda işleme teknolojilerinin olmadığı dönemlerde, tuz, gıdaların saklanmasında kendisinden yararlanılan en değerli doğal bileşiklerden birisidir. Aynı zamanda besicilikte de kullanıldığı için tarım toplumları açısından para kadar önemliydi. O kadar değerliydi ki Salzburg (tuz şehri) gibi şehirlere isim olmuş, standart değişim aracı olduğu için ekonomik bir terim olan 'salary' (maaş) sözcüğünün kökende de kendisini bulmak mümkündür.
İşte tuzun en alttakilerin fiziksel emeğiyle madenler ya da tuzlalardaki etkinlikleriyle elde edildiği dönemlerde, köyün birinde kadının birisi isteyen herkese kocasının tuzladan bin bir emekle getirdiği tuzu vermekte sakınca görmezmiş. Tuz çuvalının kısa sürede tükendiğini gören adam, her defasında karısına her isteyene vermemesi gerektiğini söyler ama kadın komşularla iyi geçinmek için kocasının sözüne kulak asmazmış.
Canına tak eden adam çuvalın dibini görünce hiddetlenmiş ve bir dahaki tuz işine karısını da götürmeye karar vermiş. Tuzlada güneşin altında saatlerce tuz kazan, çamurlu tuzu yıkayıp kurutup kocasının sırtına vurduğu çuvalla eve taşıyan kadın, meselenin iki günlük yorgunlukla bitmeyeceğini anladığında artık çok geçmiş. Çünkü tuz çuvalını taşımaktan sırtında yaralar açılan ve günlerce acı çeken kadın, hasta yattığı yatakta 'hele bir iyileşeyim bir daha kimseye tuz vermem' diye yeminler etmiş.
Neyse efendim hasta yatarken kapıyı tıklatmayan komşulardan birisi, kadının ayaklandığını görünce elinde bir kaseyle kapıda belirmiş. Tuzun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiş olan kadın "gördüm tuzun yokuşunu, götümün yere akışını" demiş, "bir daha kimseye bir çimdik tuz vermem diye büyük yemin ettim". Sonra duraksamış "ver kaseyi" demiş, "kocamın çuvalından vereyim".
Özetle sevgili Orta Dünya'nın kadim halkları, deneyim bile bazen öğretici olmaz çünkü insan özü itibariyle dirençli bir hayvandır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)