22 Ocak 2017 Pazar

Hayatımın Kahramanlarına Teşekkürler.

Hayatımın Kahramanlarına Teşekkürler..

İzmir'li olmayı çok abarttığımızı söylerler, haklıdırlar. Çünkü bir kenti yalnızca sokaklar, meydanlar, binalar, parklar ve kaldırımlardan ibaret zannederseniz, çirkin ve fakir bir kent olduğu bile söylenebilir. İstanbul'la kıyaslanmayacağını söylememe gerek bile yok.


Ama bir kentin bir yaşam biçimi olduğunu bilirseniz, o zaman o kadar da abartılacak bir şey olmadığını da bilirsiniz. Ben sadece bir kentte büyümedim, o kenti benim için anlamlı ve değerli yapan insanlar tarafından da büyütüldüm. 

İzmir'in kadınlarıyla ilgili söylentinin asıl kaynağının erkeklerin kadınlara yönelik tutumları olduğunu düşündürten çok şeye rastlamıştım. Ama son günlerde öyle işlere rastladım ki, artık bundan daha fazla emin oldum.

Selanik Mübadili bir ailenin çocuğuyum; tanıdığım bütün kadınlar güçlüydü çünkü başka bir şansları olmamıştı. Ama asıl, büyürken karşılaştığım erkeklerin; bu güçlü kadınlar tarafından büyütülen, bu güçlü kadınlarla eş olan, bu güçlü kadınlara babalık/ amcalık/ ağabeylik eden erkeklerin ne kadar değerli bir şey yaptığını başka bir vesileyle yeniden anımsadım. Çünkü bu adamlar, baba/ ağabey/ amca/ eş olarak, belki el yordamıyla belki kentli olmanın alışkanlığıyla, belki birazcık mürekkep yalamış olmanın verdiği gururla hayatlarındaki kadınlara bir biçimde eşitleri olarak davranmayı becerebilmişler.

Kızlarını büyütürken, eşlerine, yeğenlerine, kardeşlerine davranırken, her türlü eksikliklerine rağmen, eşit bir biçimde tutum göstermeyi becerebilmişler. Evlat ayırmamış, kadınlarının güçlerini küçümsememiş, aksine onların gücünden güç almayı gurur meselesi haline getirmeden sırtlarını onlara dayamaktan onur duymuşlardır.

Mesela babam bir nüfus sayımında aile reisi olarak annemi yazdırdığında, üniversite mezunu sayım memuru bunun değerini anlamamıştı.

Bugün bu kadar güçlü, kendine güvenli, kendinden emin, ayakları üzerinde durabilen, kimseye eyvallahı olmadığından yalnızlıkla da başa çıkabilen ama aynı zamanda sevmeyi ve yeri geldiğinde fedakarlık yapabilmeyi de öğrenmiş, hata yapan ve deneyim sahibi oldukça daha büyük hatalar yapma cesaretine sahip ve en nihayetinde mutlu bir kadın olduysam -bedelini ödemek koşuluyla- babam, kardeşim, amcam, ağabeylerim dediğim bu adamların, bana ve diğer kız çocuklarına ve eşlerine ve etraflarındaki diğer kadınlara eşit davranan bu adamların payı büyüktür..

Buradan hepsine teşekkür etmeyi, onlardan bir tür helallik almayı bir borç bildim. 

Babam, amcam, dedem, kardeşim, kuzenlerim ve diğer ağabeylerim.. Ayrıcalıklı olmamı sağlayan bu bilinç için teşekkür ederim..

17 Ocak 2017 Salı

Hayvan-severler kategorik olarak insan-sever midir?

Son birkaç yıldır hem kendi gündelik yaşamım içinde, hem de sosyal medya üzerinde, özelde sokak hayvanları, genelde hayvanların mevsimsel koşullara bağlı olarak su ve yiyecek bulma imkanları üzerinden yapılan bir bilgilendirme/ bilinçlendirme tartışmasının yapıldığını gözlemliyorum. Bu tartışma da son derece kısır bir argümana dayandırılıyor: hayvanları sevmeyen insanları sevmez. Acaba gerçekten öyle mi?
Öncelikle insanın kendisini doğanın dışında ve üstünde gören kibirli hastalığını tehlikeli bulduğumu söylemeliyim. Başka insanlara gösterdiğimiz ya da en azından göstermemiz gereken saygıyı onlar da hak etmektedir. Biz yaşadığımız konutlar ve iş yerlerini yapmadan önce de onlar buranın sahipleriydiler ve insan türü ortadan kalktıktan sonra da burada olmaya devam edecekler.
Sokak hayvanları bizim komşularımızdır ve diğer insanlar konusunda gösterdiğimiz duyarlılığı dışarı bir kap su koymak, karton kutulardan barınak yapmak gibi basit ve değerli işlerle onlara da göstermemiz gerekir. Ve tabii bunu yaparken insanlarla ilişkilerimizin sağlığını bozmamaya da göstermemiz gerekir. Örneğin kediler için mama bıraktığımız yerler, bodrum ya da zemin katlarda oturan insanların camlarının önü olmamalıdır. Kimsenin sokak hayvanlarının beslenmesine -aklını zorlayan bir sorunu yoksa- karşı çıkacağını sanmıyorum. Ancak kimse yaşadığı evin camlarındaki kedi sidiğini her gün temizlemek zorunda da kalmamalı. Benzeri şekilde herkesin girip çıktığı kapı girişleri, dar kaldırımlar, çocuk parklarındaki kum havuzlarının kenarları da mama bırakmak için uygun yerler değildir. Biraz özenle daha uygun yerler keşfetmek mümkündür.
Diğer tarafta, hayvanlara karşı yoğun empatisi olmayan, hatta ciddi fobisi olan insanlara karşı bir küçümseme de gözlemliyorum. Mesela "kediden korkulur mu ya?" ya da "kedi senden enden temiz bir hayvandır, seni neden alerji yapsın ki?" gibi empatiden yoksun ifadelerle karşılaşıyorum. Evet, insanlar kendilerden korkabilir ya da alerjik olabilir ama bu hayvan-sevmez olarak etiketlenmesini gerektirmez. Kaldı ki hayvanlar konusunda bu gibi bir sağlık sorunu olmayan birisi, hayvanlar konusunda sizin sahip olduğunuz gibi bir duyarlılığa sahip olmayabilir. Bu da onu hayvan-sever birisinden daha az insan yapmaz.
Çalıştığım okulun bahçesinde, koridorlarında gözlemlediğim kedileri sevme/bakım verme ve hoşlanmama/ ilgilenmeme çatışmasını da bu açıdan değerlendiriyorum. Herkes hayvan sevmek, hayvanlara bakım vermek zorunda değildir. Yine hiç kimse hayvanlara kötü davranma, eziyet etme, zarar verme hakkına da sahip değildir. Bu şekilde davrandığı tespit edilenlerin, aynı davranışı insanlara karşı sergilese alacağı cezadan daha azıyla cezalandırılmaması gerektiğine tüm kalbimle inanıyorum.
Kendi adıma insan sevmediğimi ve havan sevgisi konusunda da coşkulu bir insan olmadığımı itiraf etmeliyim. Hayvan severlere gelince; onların da çoğunun insanları benden daha çok sevdiğini düşünmüyorum. Zira gözlediğim kadarıyla hayvan-severlerin çoğu sahiplendikleri özel bir hayvanı ya da hayvanları seviyorlar. Bu sevgi diğer canlılar ve insanlara geçmiş bir yayılım göstermiyor.
Şayet vegan değilse, bir hayvanseveri şüpheyle ve tabii yine de hürmetle karşılarım. Zira ben ikisi de değilim.

6 Ocak 2017 Cuma

İnsan iyi ki ve ne yazık ki öğrenen bir canlıdır.

Duygular, çoğu insanın sandığı gibi soyut kavramlar değil, fizyolojik ve hatta genetik karşılığı olan somut gerçekliklerdir. Doğuştan, genetik bir potansiyel olarak içimizde getirir ve onları da, pek çok bilişsel işlev gibi toplumsal yaşam içinde öğreniriz. Kimse doğuştan sevgi dolu, nefret yüklü, korkak, öfkeli, kızgın v.b. olarak gelmez. Herkes dünyaya gelme koşulları ve geldiği dünyanın koşulları nedeniyle belli duyguları belli biçimlerde öğrenir.

Örneğin bize ilk bakım veren -ki bu genellikle annedir- bizi ilk seven kişidir. Ondan öğrendiğimiz sevilme biçimi, başkalarını da nasıl seveceğimizi belirler. Her türlü olumlu ve olum suz duygu da bu ve buna benzer ilişkiler içinde öğrenilir. Nefret etmeyi, öfkeli olmayı, hoşlanmayı, zevk almayı da içinde bulunduğumuz toplumu oluşturan diğer bireylerden öğreniriz. 


Etik değerlerimizin kökünü oluşturan ve içinde yaşadığımız toplumun içimizde yankılanan yargılarını kuran vicdan da böylece öğrenilir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu doğuştan bilmeyiz, onlara ait doğuştan gelen eğilimleri, öğrenerek varlığa getiririz.

Medeni dünya denen insan toplumları, duyguları olmayan değil, bu duygularını nasıl kullanması gerektiğini -ekseriyetle- öğrenmiş insanlardan oluşur. Medeni dünya, toplumunu oluşturan bireylere, hangi duyguları ve o duyguların sonucu olan hangi eylemleri sergileyebileceğini hukuk kuralları çerçevesinde öğreten dünyadır. Yoksa makineler, binalar ya da iletişim ağları medeniyet değildir.


Kuşkusuz ki bütün Amerikalılar özgürlük yanlısı değildir ama bir Amerikalı özgürlükleri kısıtlamayı talep eden bir söylemde bulunduğunda başına gelecekten emindir. Britanyalıların hepsi tolerans yanlısı değildir ama bütün Birleşik Krallık yurttaşları bilirler ki, tolerans karşıtı her davranış, kendilerine karşı toleranssız davranılmasına neden olacaktır. Fransız yurttaşlarının hepsinin insanların hepsinin eşit olduğunu düşünmemiz yersizdir. Ama her Fransız yurttaşı, eşitliğe aykırı bir uygulamanın sonuçları hakkında öngörü sahibidir. Almanlar içinde hala Nazizm yanlısı olanlar vardır. Ama bilirler ki Nazizm konusunda mizah yapmak bile affedilmez bir suçtur.


Özetle taymlayn-ı muhterem, "biz ne zaman böyle olduk?" sorusunun yanıtı, "biz hep böyleydik çünkü biz nefret dolu olmayı, saldırgan olmayı, kibirli olmayı ama aynı ölçüde de ezik olmayı, kabalığı, kindarlığı, vefa bilmezliği doğduğumuz günden beri, bizi büyütenler doğduğu günden beri biliyoruz" cümlesinde saklıdır. Tıpkı sevmeyi, hoşlanmayı, saygıyı, merhameti, toleransı, adaleti, güvenmeyi öğrendiğimiz gibi onu da öğreniriz. Sorun şu ki, toplumumuz çoktandır olumlu değil, olumsuz duyguları öğrenen-öğreten ilişkiler ağından örülüyor.
Ümitsizim.

2 Ocak 2017 Pazartesi

Erdoğan Türkiyesi ve Hitler Almanyası'nı kaşılaştırmak mümkün mü?

Hitler Almanyası, çok değil 25 yıl sonra 1. Dünya Savaşı'nı çıkardığında, ağır sanayi hamlesini yapmış, kömür ve demir madenlerini verimli bir biçimde çıkaran, otomobil, tank, uçak, ilaç, zeplin, bomba, mermi, telsiz, radyo v.b. üreten bir ekonomiydi. BMW, Daimler Benz, Krupss, Bayer, TDK, Volkswagen, Siemens, Bosch gibi bugün de dünya çapında değeri olan firmaları vardı. 
6 yıl süren Savaş boyunca, -çoğu insanlık suçu sayılabilecek koşullarda- V3 roketleri, nükleer silahlar, genetik ve tıbbi buluşlar, psikiyatrik çalışmalar, elektromanyetik deneyler, gıda saklama ve üretme teknolojileri üretti.
Alman kültürü, Leibniz, Fichte, Schelling, Kant, Hegel, Wolfe, Schopenhauer, Nietzsche gibi filozoflara; Schelenmeyer, Rilke, Goethe gibi şairlere; Beethoven ve Wagner gibi müzisyenlere; Durer gibi ressamlara; Hertz, Planck gibi fizikçilere sahipti.
Sende ne var? Jet-Pa, TOKİ, Niran Ünsal, Tuğçe Kazaz, Uğur Işılak, Şafak Sezer, Feridun Kunak, Ahmet Maranki, Ahmet Cübbeli. 

İsteerseniz Artık Nazizm, Erdoğanizm benzeşimi kurmaktan vaz geçelim.
Söyleyeceklerim bu kadar.