26 Mayıs 2020 Salı

Türkiye'de Eksik Etek Olmak -2

"Erkekler kadınların kendilerine gülmesinden korkarlar, kadınlar ise erkeklerin kendilerini öldürmesinden."

Ramazan sonunda Anıtsayaç'a yeni isimler eklendi ve birkaç gün önce Zeynep Şenpınar adında genç bir kadın erkek arkadaşı olan milli boksör Selim Ahmet Kemaloğlu tarafından katledildi. Her iki günde bir basına yansıyan erkek şiddeti haberlerinden birisiydi. Beş gün önce de Manisa Salihli'de  17 yaşındaki Ceren Kultaş, 30 yaşındaki Şükrü Şimşek tarafından, aralarında düşmanlık olan eski kız arkadaşına benzediği için öldürülmüştü. Amaç bir başka kadını öldürmekti ama o sırada orada rastlantısal olarak bulunan gencecik bir kız hayatından olmuştu. Demek ki katil hedefini doğru teşhis etmiş olsaydı devamında yazmayı planladıklarım asıl hedef için de geçerli olacaktı.
Basının/medyanın olayları haberleştirme biçimi konuyu ele alışımızdaki sorunun birinci basamağıydı çünkü kadınların isimleri açıkça yazılırken ki yazılmaması gereken onların adlarıydı, cinayet zanlılarının adı S.A.K ve Ş.Ş olarak kısaltılmıştı. Yani basınımızın eril dili maktullerin adını yazmakta sorun görmezken zanlıların adını saklamıştı. Basının eril dilinin görünürlüğü kullanmayı pek sevdiği "kadın cinayeti" ifadesiyle de bir başka biçimde açığa çıkıyordu. Öldürülene vurgu yapan bu ifadenin esasen şiddeti uygulayan yönelmesi gerekiyordu: erkek şiddeti. Ancak ilginçtir ne zaman bu düzeltme yapılsa yani "erkek şiddeti" ifadesinin kullanılması gerekliliği ifade edilse arkadan şu itirazlar geliyor: "eee peki kadınların erkeklere uyguladığı şiddete ne diyeceksiniz?" ya da "şiddetin erkeği kadını olmaz, şiddet şiddettir canım" ya da "erkeğin de o hale gelmesinde kadının hiç mi suçu yok ?". İtirazcılara peşinen yanıt verilmelidir, evet bu erkek şiddetidir; evet şiddetin toplumsal kaynağı erkektir; erkeğin uğradığı şiddet diye bir şey varsa, bunun oranı kadının erkekten gördüğü şiddetin oran, etki ve gücü ile karşılaştırılamayacak düzeydedir; hayır şiddetin kadını erkeği vardır, insani şiddet gayet eril bir şeydir. 
İlk başta haklı gibi görünen ama aslında mağdurla empati kuramayan ya da kurmak istemeyen eril paradigmanın  tekrarından başka bir şey olmayan bu bu cümleler, sonrasında sıralanacak olan ve başına gelenden dolayı mağduru suçlayacak olan cümlelerin temelini inşa ederler. Çoğunlukla erkeklerin bir serzeniş gibi, sanki kadını korur ve kollar gibi, belki biraz babacan bir şefkatle akıl verirmiş gibi kurulan cümlelerdir bunlar:  "kızlar da kendilerine böyle adamları nereden buluyorlar?", "o kadar düzgün adam varken böyle it kopukla düşüp kalkarsan olacağı budur", "o saatte orada ne işi varmış?" 
Bu düşünüş, özünde mağdurla kurulamayan empatiye ilişkindir. Bu düşünceye sahip kadınlar kendilerinin korumalı bir alanda olduğuna, doğru davranışı, doğru yaşam biçimini seçmiş olsalar diğer kadınların da başına bunun gelmeyeceğine inanırlar. Kendisine benzemeyen bu "serbest" kadınlar başlarına geleni hak etmiştir. O kadınlar aslında nefret ettikleri kadınlardır. Kendilerinin yapamadığı her şeyi temsil etmektedirler. Aynı düşüncenin erkek tarafındaki saikler ise biraz daha farklıdır; o saik günün birinde kendilerinin de kadına şiddet uygulayabileceklerini içten içe bilmenin yarattığı boş bir güven duygusudur. Erkeklerin belki tamamı değil ama çoğu kendilerini kadınların sahibi olarak görür. Bu kadın bazen anne, abla, evlat gibi kan bağı olan kadınlardır. Bazen de başka bir erkeğin mülkü izlenimi vermeyen, "rahat", "serbest", "müsait", "hafif" kadınlardır. Kimsenin malı değilse ortalığın malıdır o zaman da ona el uzatmakta sakınca yoktur. Kadını zihninde "ana-bacı" ve "yollu" olarak ayırmış olan bu zihin için "senin anana, bacına aynısı yapılsa ne düşünürsün?" sorusunun bir karşılığı yoktur. Kadın iffetli değilse ki kendi ana/bacıları a priori olarak iffetlidir, o zaman başına geleni sonuna kadar hak etmiştir. 
Cümleler her zaman "namus cinayeti" ya da "şerefimi korudum" gibi vulgar formlarda kurulmaz elbet. Bezen de bir siyasi partinin büyük şehir belediyesi meclis üyesinin ölen kadının "özgürlük düşkünü" ve "gayrimeşru yaşamı" ile hak ettiği bir ölüm hikayesi olarak haklılaştırılır. Kadının özgürlüğünden anlaşılan şey doğal olarak "erkek gibi" davranmasıdır. Erkeğe tanınmış bir ayrıcalık alanına girmek kadını ahlaksız yapmıştır. Ahlaksızlık da dini değerlerin yitirilmesine bağlanınca sorun gene dönüp dolaşıp kadının erkeğe itaat etmesi gereken bir mal olarak görüldüğü gerçeğine saplanır. Kadın cinayetlerinin politik olduğu argümanı bir kere daha doğrulanmış olur böylece. Erkek egemen toplum, erkek egemen siyaset kadına belli roller biçmiş, belli sınırlar çizmiştir. Bu rolü oynamayı reddeden, çizili sınırın dışına çıkan kadın, muhatabının gücü oranında cezasını alacaktır. Ekonomik, dini, etik ve politik iktidar da bu gerçekliği erkekler ve erkekler gibi düşünen kadınların işbirliği ile beslemeye ne yazık ki devam edecektir.
Eril iktidar yanlıları şunu unutmamalıdır ki takım elbiseler, pahallı otomobiller, yaldızlı diplomalar, kalabalık kartvizitlerin ışıltılarının bile saklayamadığı bu kara delik kendilerini de yutar. Kadınlar erkeklerin malı değildir, onlara canınızın istediği gibi davranmamayı gene o küçümsediğiniz özgür kadınlardan öğreneceksiniz.


18 Mayıs 2020 Pazartesi

Türkiye'de eksik etek olmak: 1

Türkiye'de eksik etek olmak: 1

Sabah bir Türkle evli olan Brezilyalı model Larissa Gacemer'in doğuştan bir problemi olduğunu ve eşiyle denemesine rağmen çocuklarının olamayacağını, artık üstüne gelinmemesini rica ettiği videosunu üzüntüyle izlerken "kendi kendimizi ezdiğimiz yetmemiş, elin gelin kızını da darlamışız" dedim. Bir iki gün önce de Hazal Kaya adındaki genç kadın oyuncu katıldığı bir yayında üstelik bir anne olarak anneliğin kutsal olmadığını söyleyerek türlü çeşit saldırıya maruz kalmıştı. Anneler gününün çiçekli böcekli, hadisli ayetli kutlandığı bir hafta bir bir kadına yakışmayan bu cümleleri nasıl kurabilmişti?
İyi kötü eğitimli, alt-orta sınıf bir kadın olarak yetişkinlik hayatım boyunca maruz kaldığım "mahalle baskı"ları, bende yarattığını çok sonradan fark ettiğim yorgunluklarımı düşündüm. O kadar çok "ben öncelikle bir anneyim"le başlayan demeç okumuştum ki, dışarıdan bakma yetim olmasa anneliğin a priori olarak kadınları üstün tür haline getirdiğine kolayca ikna olabilirdim.
Çok genç yaşımda, henüz belki lisedeyken çocuk sahibi olmamaya karar verdim. Kimse hesap sormasını diye 30'uma kadar evlenmedim ki Türkiye ölçülerine göre epeyce ileri bir yaştı. O yaşta da çocukluktan beri tanıdığım sandığım, çok sevdiğim, dostum olduğuna inanmayı seçtiğim bir adamla, beni anladığı zannıyla evlendim. 6 yıl evli kaldım ve foyalar dökülüp altından feodal bir erkek çıkana kadar ilişkimizi yürütmeye çalıştım. Evlendiğime de boşandığıma da pişman değilim.
Evliliğim süresince eşimden hayır gelmeyeceğini fark ettiğim andan itibaren korundum. Eski eşimin ailesi başta olmak üzere okul idarecilerinden meslektaşlara, jinekologlardan velilerime kadar türlü insan tarafından çocuğumun olmaması konusunda sorguya çekildim. Çocuk istemediğimi söylediğimde iyi bir kadın, iyi bir Müslüman hatta iyi bir öğretmen olmam için muhakkak çocuk sahibi olmam gerktiğine dair vaazlar dinledim. Bir kısmı ise aslında kısır olduğum için çocuk sahibi olamadığımı, dua eder ya da tedavi görürsem iyileşeceğimi ima etti. Zavallı kocam, benim gibi bencil ve şirret bir cadıya denk geldiği için ne kadar da talihsizdi. 


Bir kadının hem evli hem de çocuksuz olması anlaşılabilir bir şey değildi. Gittiğim meşhur Nişantaşı jinekoloğu bile 'şimdi korunuyorsun ama kırkından sonra çocuk çocuk diye kısırlık tedavisi için kapımıza geleceksin' dedi. Bu nedenle 6 yılda 6 hekim değiştirdim. Eski eşim bir noktaya kadar yanındaydı sonra o da sosyal baskıya dayanamadı. Kendi kendine yumurtalarını donduralım ya da başka bir taşıyıcı anne senin için doğum yapsın gibi fikirler geliştirdi. Sanıyordu ki ben doğum ya da hamilelikten kaçıyordum. Oysa şimdi olduğu gibi o zaman da sadece çocuk istemiyordum. 


İlk başlarda çocuğumun olmaması sorusuna uzun uzun açıklamalar yaparken sonra 'kısırım' yanıtıyla kesin çözüm buldum. Derin bir sessizlikten sonra konu kapanıyordu genelde. Ama bazen bu bile çözüm olmuyor, hekim tavsiye edenler, kocama gizli gizli içirmem için kocakarı ilacı getirenler bile çıkıyordu. Bekar ve çocuksuz erkekler için durum bu kadar vahim mi bilmiyorum ama bizde durum buydu.
Hepimiz anne olmak için doğmadık. Hatta doğum yapmış çoğu kadın da pek iyi anne sayılmaz. Ama mesele bu da değil. Mesele kadınların topluma ama özellikle de hemcinslerine kendilerini açıklamak zorunda kalmalarıdır. Kimseye açıklama borçlu değiliz. Cinselliğimizde arıza yok. Hasta değiliz. Eksik değiliz. Kimseye yük değiliz. Yaşlanınca bize bakacak kimsemizin olmamasını dert etmiyoruz. Hatta bu nedenle çocuk sahibi olan varsa da kınıyoruz. Annelik kutsal değil. Kadını a priori olarak üstün yapmıyor. Ben de bilirdim toplumsal normlara uyarak yaşamasını lakin o sırada toplumsal normlardan tiksinmekle meşguldüm. Şimdiki aklım olsa uzun açıklamalar yerine 'sana ne yapraaam?' der o kişileri hayatımdan çıkarıp vakit kazanırdım.
Özetle sevgili Orta Dünya halkları, kadınlar size açıklama ya da özür borçlu değiller, başkalarının kasıklarına burnunuzu sokmaktan vaz geçin.

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Otoriteye Karşı Düşman Ararken

Sağıklı bir yetişkin yaptığı seçimlerin sonuçlarına katlanma istenç ve gücüne sahiptir; sağlıklı olmayan bir ergen-yetişkin ise seçimlerinin sorumluluklarını üstlenmesini sağlayan benlik kapasitesinden yoksundur. Ömrü, baktığı her yerde ya emir alacağı bir otorite ya da suçlayabileceği bir düşman aramakla geçer. Bütün enerjisini kendisine bağlandığı otoritenin gözüne girmek için eğilip bükülmek ya da kendisiyle yüzleşmesine engel olmasını sağlayan düşmanını yüceltmeye harcar.
Oysa ne ölümüne korktuğu düşman ne de itaat etmezse yok olacağından korktuğu otorite o kadar güçlüdür.
Omurganızı feda ederek oturmaya çalışacağınız hiçbir suni deri kaplı koltuk buna değmez.