11 Aralık 2021 Cumartesi

Gidiyor gitmekte olan

 Rahmetli babanem Tekel'den emekliydi. O işçi haliyle, üstelik yanında bir eş olmadan iki erkek çocuk büyütmüş, satın aldığı bir arsa üzerine, derme çatma da olsa bir ev yapmıştı. İlk çocukluğunun geçtiği o eve un ve şeker başta olmak üzere, pirinç, bulgur gibi erzak çuvalla alınırdı. Bahçedeki kömürlükte yaklaşık 200 litrelik bir zeytinyağı fıçısı vardı. Yoğurt, Konyalı mandıracını omzuna astığı bir değnek üzerinde kefelenmiş tepsilerle alınır, her hafta boş tepsi verilip yerine yaklaşık 5 kilo gelen yenisiyle değiltirilirdi. 

Buca sokaklarında gezen at arabalı zervevatçıların getirdiği domates, biber, patlıcan gibi mevsim sebzeleri; elma, incir, üzüm gibi gene mevsim meyveleri kasa ile indirilirdi. Benzer şekilde patates ve soğan da çuvalla alınır, cücklenmeyecekleri bir yerde muhafaza edilirdi.

Elektrik kesintisi yaşanmaz mıydı? Evet yaşanırdı. Konaktaki o zamanki balık hali şimdiki afili Konak Pier'in önünden kalkan otobüsler her zaman tıka basa mıydı? Evet. 70'lerde yaşanan büyük petrol buhranı bizde de tüpgaz kuyruğu olarak tezahür etti mi? Evet. Lakin hemen herkesin eşitlendiği bir yokluk haliydi. 

Sokakta telefon bağlı belki bir ev, televizyonu olan belki birkaç ev vardı. 

Bir komşumuzun otomobil sahibi olması, sanki o otomobil bizim evlerimize alınmış gibi sevinç yaratmıştı. Yakın akrabaların evlerine alınmış videolar da benzeri bir heyacana sebep olurdu. Tuvalet kağıdı kimsenin bildiği bir şey değildi doğru ama yarın sabah çocukların kahvaltısı için ekmek alamama endişesi de kimsenin bildiği bir duygu değildi. Çünkü zaten dünyada olan bitenden daha farklı bir yaşam yoktu, biz de en fazla diğer komşularımız kadar fakirdik. 


Siz bakmayın o "çıhar tilifonunu göstert" dayılara. Küçük, çaresiz insanlara has kendini kandırma işinin gereği olarak, yalanı bizden çok kendilerine söylemek zorunda hissediyorlar. Onlar da biliyor, gidiyor gitmekte olan.

22 Haziran 2021 Salı

Yasaklamak yasaktır ya da dinlemediği müziği gürültü sayanların kusuruna bakılır


Umberto Eco faşizmin göstergelerinin ne olduğunu açıkladığı uzun bir liste yayınlamıştı. O listedeki maddelerden benim ilgimi en çok çeken kültüre ve entelektüel olan her şeye düşmanlık biçiminde özetlenebilecek olan kısımdı.

 

Kendileri ortalama olanlar, olduklarından daha iyi olamayacağını bildikleri için, güzel olan her şeye imrenmek yerine haset ettikleri için, 'öteki'ne ait olduğunu düşündükleri her şeyi cinai bir öfkeyle düşmanlaştırır. 


Olamadıkları her şeyi yasaklayarak, kötüleyerek, yozlaştırarak, nefretin nesnesi haline getirerek aşağı çekerler. Böylece ortalama olan nesnelleşirken, ortalamanın üstünde kalan her şey marjinal, kötü ve değersiz hale gelir. 

Plastik ucube heykelleri, bomboş pop şarkıcılarla kurulmuş vıcık ilişkileri, okunmayan yazarları, nargile kafelerden öteye gitmeyen eğlence anlayışları, otomobil ve apartman dairesi satın almaktan ibaret zenginlik anlayışları, altın varaklı estetikleri, kimsenin izlemediği filmleri, birbirinden çirkin mimari projeleri, betondan başka bir sonucu olmayan kalkınma modelleri bu ortalamanın sonuçlarıdır.

 

Hiç eğlenmemiş, hiç aşık olmamış, hiç içten gülmemiş, hiç dans etmemiş, hiç bir resme içine düşerek bakmamış, hiç bir filme ağlamamış, hiç bir şarkıya içlenmemiş yaşlı adamlar, yaşayamadaıkları ama içten içe kara bir hasetle özendikleri taze, güzel, canlı, neşeli olan her şeyin kendileri gibi solup ölmesini istiyor ve bunun için var güçlüleriyle her şeyi zehirliyor. 

Aile apartmanını yöneten aksi, huysuz, tatminsiz, iktidarsız zabıta emeklisi gibi yoldan geçene, bahçede oynayana, balkonda oturana, evinde müzik dinleyene, neşeyle gülene karışmayı yuvayı korumak sanıyorlar. Oysa ev yanalı çok oldu.

26 Mayıs 2021 Çarşamba

Bir devlet geleneği olarak cinsellik üzerinden itibarsızlaştırma

 Yaşı yetenler anımsayacaktır, 80' darbesi sonrası yakalanan örgüt üyeleri (!) her akşam ana haber bülteninde ifşa edilir, böylece askeri cunta yaptığı her türlü insan hakları ihlalini, halkın önüne seyirlik olarak attığı anarşist ve teröristleri(!) izlemenin halk nezdinde yarattığı kalbin yağları erimesi duygusu sayesinde örtülerdi. 

Bu yakalanan ve ne hikmetse neredeyse tamamı sol görüşlü olan örgüt üyeleri bir masanın arkasına dizilir, masanın üzerine de hücre evinde ele geçirilen silah ve mühimmat, uyuşturucu, yasadışı yayınlar, örgütsel doküman ve pornografik yayın hatta bazen o zamanlar memlekette pek az bulunan doğum kontrol ilaçları ve prezervatifler dizilirdi. Böylece halka bu teröristlerin sadece silah kullanan katiller değil aynı zamanda kafayı bulan ve pornografiye de ilgi duyan sapıklar olduğu mesajı alttan alta verilirdi.

Güzide basınımızın muhafazakar kalemleri de günlük köşelerinde emniyetten aldıkları istihbaratı paylaşıp, bilhassa sol örgüt evlerinde kızlı erkekli (!) fevkalade uygunsuz durumlar gerçekleştiğini ima eden makaleler yazardı.

Cinsellikle itibarsızlaştırmak bizde bir devlet geleneğidir sevgili Atinalılar. Siz siz olun o geleneğin legal ya da illegal parçalarının 'karısının iç çamaırı', 'kızımın namusu', 'gelin hanım', 'tecavüz etti', 'kalp krizi geçirdi' diye kadınlar üzerinden yürüttüğü itibarsızlaştırma hareketinin parçası olmayın. Bu işlerde neticede hep kadınlar ezilip aşağılanır, erkek alnının akıyla çıkar. Mafya eskisinden ahlak beklenmeyeceğini de akledememiş olan varsa, onlar da bu vesileyle öğrenmiş olur herhalde. Sabah aksam toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden şikayet edip siyasi yozlaşmanın mizahını kadınlar üzerinden yapmak en hafif tabiriyle ayıptır. Bizler kendi tutarlılığımızdan, kendi ilekelerimizden sorumluyuz, başkalarınınkinden değil.


Devletin her geleneğine sahip çıkmayın, zira devlet sandığınız şey olmayabilir. 

Tutarlı günler dilerim.

30 Nisan 2021 Cuma

Vicdanlı Muhafazakarlar ya da Çölde Kar Taneleri

Bir süredir aklının başında olduğu konusunda şüphelerimin az olduğu bazı kanaat önderlerinin siyasi iktidarın gidişi (her iki anlamda da) konusunda, iktidara oy vermiş, halen oy vermekte olan ya da gelecekte de vermesi muhtemel muhafazakar, mütedeyyin kesimlere seslenip "hiç değilse artık sesinizi çıkarın" şarkısını söylediği koroyu dinliyorum. İyi niyetleri içimi umutla dolduruyor ama içimin bir başka yerinden bir gölge "o iş yaş" diye fısıldıyor. Neden mi? Buy'run sizle bir anımı paylaşayım:

Demokrasi ve İnsan Hakları dersinde bir meslektaşım bireyin topluma karşı sorumlulukları konusunu ele alırken konu dönüp dolaşıp evlat edinme meselesine gelmiş. Batı'da, mesela Hollywood ünlüleri gibi toplumun gözü önündeki figürlerin evlat edinmelerinin insanlara olumlu örnek oluşturması, bizde evlat edinme gibi davranışların azlığı gibi konulardan söz etmişler. Hem kendisinin hem de ailesinin dindarlığından zerrece şüphe duymayacağımız bir kız öğrenci, eğer koşulları uygun olursa ve eşi de isterse, kendi biyolojik çocuğu olsa da bir erkek çocuğu evlat edinebileceğini söylemiş. Arkadaşım safça neden özellikle erkek çocuk isteyeceğini, erkek çocukları daha mı çok sevdiğini sormuş. Öğrenci de İslam tarihinden, İslam fıkhından deliller getirerek arkadaşımın başından aşağı kaynar sular dökülmesine neden olacak bir açıklama yapmış: evlatlık kız çocuğun üvey babasıyla nikah düştüğünü, kocasının evlatlık alarak büyüttüğü kızını kendi üstüne kuma ya da kendi ölümünden sonra eş olarak almasını istemediğini belirtmiş.
Bu örnek üzerinde sonradan olabildiğince soğuk kanlılıkla, etraflıca tartıştık. Evleneceği erkeğin evlat edineceği kızla evlenmesi ihtimalini son derece olağan bir şey olarak peşinen kabullenmiş henüz 14-15 yaşındaki bir kız çocuğunun, o kızın geldiği muhafazakar-mütedeyyin geleneği, bu geleneğin oluşturduğu gittikçe genişleyen hastalıklı çeperi ve bu hastalıklı çeperle temas etmeme imkanı çoktandır kalmamış sağ duyulu, akılcı, ortalama insanların çaresizlik ve açmazını düşündük. Tabii ki bir yere varamadık, kendi halimize üzüldük.
Benzer biçimde Türkiye'de yaşamak zorunda kalan, çoğu Suriyeli sığınmacılar ve onların yaşadığı, haberlere kon olmuş olayları düşündüm. Kayıt dışı bir biçimde yaşadıkları başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerin kenar mahallelerinde oluşturdukları gettolarda maruz kaldıkları nefret suçlarına ilişkin haberleri hatırladım. Tecavüz edilip başı taşla ezilerek öldürülmüş 8 aylık hamile Suriyeli kadın geldi aklıma. Beyoğlu'nun arka sokaklarında fuhuşa zorlanan küçük çocuk haberleri ya da. Esenyurt'ta evleri taşlanan çoğu Afrika kıtasındaki ülkelerden gelen kaçak göçmenlerin göz yaşları mesela. Bu olayların ortak yönü, seçmen kitlesinin büyük bölümünün mevcut iktidara oy verdiği, dindarlık ve muhafazalarlıklarıyla övünen insanların oturduğu yerleşimlerde olmasıydı.
Son birkaç gündür de seçmenin %80'inin mevcut iktidara oy verdiği, gelecek seçimde de gene bu aranda oy vermeye devam edeceğinden zerrece şüphemin olmadığı Rize'ye bağlı İkizdere İşkencederesi mevkiinde jandarma ve kolinlimakcengiz holdingin iş makinalarına karşı kahramanca (!) direnen Karadenizli köylüleri de benzer bir ümitsizlikle izliyorum. Oraya o taş ocağının açılmasına tabii ki engel olamayacaklar, tıpkı diğer doğa talanlarına engel olamamış diğer köylüler gibi. Ve gene gidip sonraki seçimde mevcut iktidara, sanki bunlar hiç olmamış gibi oy verecekler.
Sokak röportajlarında pahalılık, işsizlik, çocuklarının uzaktan eğitim imkanlarından yoksun olması gibi konulardan şikayet edip edip finalde gelecek seçimde oyunu düzenin değişmemesinden yana kullanacağını ağzından köpükler saçarak söyleyen esnaf, ev kadını, işsiz ya da emekliler de kafamda aynı kategorinin içine rahatlıkla sığıyor. Sözcük dağarcıkları, söylemleri, giyimler, velhasıl kelam tüm var oluşları "ben muhafazakar ve dindarım" diyor.
Ünsal Ünlü, Ruşen Çakır ya da Levent Gültekin gibi fikirlerini ilgiyle -ama asla her zaman onaylayarak değil- izlediğim figürlerin arada bir iktidara oy veren seçmenlerin vicdanlarına seslenmelerini müstehzi gülümsemelerle dinlerken aklıma hep yukarıdakilere benzer deneyimlerim geliyor. Her ne kadar Abdurrahman Dilipak, Mehmet Metiner ya da Abdurrahman Boynukalın'ın bu kesim içinde çok küçük bir kitleyi temsil etmekle birlikte en çok yaygara koparanlar olduğu biçimindeki iddialarına katılsam da beni asıl ürküten geri kalan mütedeyyin - muhafazakar çoğunluğun sessizliği. Onlar, Churchill'in ifadesiyle, yangınla itfaiye arasında tarafsız kalıyorlar.
Vicdanlı dinler dilerim, Orta Dünya'nın mütedeyyin - muhafazakar halkları.

15 Nisan 2021 Perşembe

Knut Hamsun: Nazizm'e hayran bir yazarın devran döndüğünde okunmamaya terk edilişi

Knut Hamsun, Henrik İbsen'le birlikte  Norveç dilinin tartışmasız en büyük yazarlarından birisidir. Bunda, 1920'de aldığı Nobel Edebiyat ödülünde "Açlık adlı romanının yarattığı etkinin payı büyüktür. Ancak yazar, yarattığı roman karakterleri kadar onurlu birisi olamamış, Nazi Almanyasını destekleyen Norveç Nazi partisinin yandaşı olmuştur. Buna içerleyen Norveçli okurlar kütüphanelerindeki Hamsun kitaplarını Hamsun'un kapısına bırakarak yazarı protesto etmişlerdir. Protestoları umursamamadığını göstermek isteyen Hamsun, Nobel madalyasını Almanya ziyareti sırasında kendisini kabul eden Hitler'in Propaganda Bakanı Gobbels'e sunmuştur. Hitler ölüp, Almanya yenilip savaş bittiğinde "vatana ihanet" suçuyla yargılanmış, idamdan kıl payı kurtulmuştur. Hayatının sonuna kadar "dışarıda hapis" hayatı yaşamıştır. Edebi kişiliğine karşın Norveç halkının asla affetmediği Hamsun'un, yaşadığı kasabaya bir büstünün dikilmesi önerisi asla kabul görmemiştir.

Demem o ki, gün gelir, devran döner, bugün iş birliğini yaptığınız değerler, yarın  sizi kendi  ülkenizde sürgün eder.

8 Mart 2021 Pazartesi

Bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü daha devirirken:

 

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle muktedir kanadından gelen açıklamaların her birisi ayrı bir sakandal, ayrı bir utanç kaynağı olarak tarihe not düşüldü. Ayasofya Camii'nin baş imamı, muhtemelen yeni bir kariyer hedefi var, basında kadın cinayetlerinin sürekli yer almasının medya propagandası olduğunu söyledi. Buzlu badem bıyıklılar sendikası yöneticisi, muhtemelen kadınlar günü'nü sevgililer günü gibi çiçek böcek şeysi sandığı için, farkındalık yaratmak amacıyla Kadınlar Günü'nü kutlamayacağını söyledi. Konya Büyükşehir belediyesinin hazırlattığı içinde hiç kadın olmayan Kadınlar Günü videosunda, yaşlı dedeler ölmüş eşlerinin arkasından hizmetçilerini kaybetmenin üzüntüsünü anlattı. Samsun'da kameralar kaydettiği için infial yaratan şiddet görüntülerinin ardından, keldinden şehlasına, Kabataş yalancısından Pıtırcık kadın vekiline yaptıkları açıklamalar, 20 yıldır iktidarda bulunan Alman Yeşiller Partisine olan inançsızlığı biraz daha pekiştirdi. Türkiye'nin çeşitli illerinde Kadın Yürüyüşü yapmak isteyen kadınlara, aralarında çokça kadın memurun da hiç utanmadan bulunduğu polis saldırdı.

Kadınlar olarak ölmeden bu saate kadar geldiysek, tamamen tesadüf. Seneye aynı şeyleri tekrar konuşmak üzere kendinize mukayet olun kadınlar. Bize bizden fayda var, bu andavallarla bu işler olmayacak.

2 Şubat 2021 Salı

Kutsallarımız ve tanımlanamazlıklarının yarattığı ontolojik ve etik sorunlar ya da: “Bana nereye bakacağımı sen söyleyemezsin salak!” diyememenin iç sıkıntısı

 


Kutsal, tapılacak ya da uğrunda ölünecek ölçüde sevilen ya da dini bir saygının nesnesi anlamına gelen dolayısıyla dar anlamıyla teolojik, geniş anlamıyla ideolojik anlamda kullanılan bir sözcüktür. Bu bakımdan kendimin rahatlıkla kutsalsız olduğunu iddia edebilirim.  Sevdiğim, hayranı olduğum, onayladığım varlığı varlığıma anlam katan fikirler, inançlar, nesneler ve zihinler olmakla birlikte hiçbirinin mutlak bir saygıya layık olduğunu ya da uğrunda ölünebilecek kadar değerli olduğunu düşünmüyorum. Biliyorum ki fikirler, inançlar var oluşumuzun bir parçası değildir çünkü değişebilirler. Bir şey için yaşamayı, bir şey uğruna ölmeye tercih ederim.

Girişte yaptığım tanım yalnızca kutsal’ın ontolojisi açısından önemli değildir zira tanımın kendisi, kendisi olmak bakımından kavramın içeriğine getirdiği sınırlamayla da bir varlık alanı kurar. Bir kavramı tanımlamak, ona sınır çizmektir; kavramın içinde olanları sınırın içine almak, kavrama ait olmayanları sınırın dışında bırakmaktır. Bu nedenle tanımlanmamış kavramlarla yani sınırı çizilmemiş kavramlarla düşünmek, onları kullanarak müzakere etmek mümkün değildir. Günlük ucuz ve boş politik çekişmeler içi böyle boş, tanımı yapılmamış, sınırlanmamış, diğerlerinden ayrıştırılmamış kavramlarla doludur: vatan haini, terörist, milli ve manevi değerler bunlardan en boş olanlarıdır. İçlerine ne kadar çok şey tıkıştırırsanız tıkıştırın daha alacak yerleri vardır. Beri yandan öyle büyük bir boşluk, yokluk ve hiçliktirler ki siz içini neyle doldurursanız doldurun görülmez bir genişlemeyle anlamszılaşmaya devam edeceklerdir.

Bir savcı iddianamesine -kendi başıma geldiği için biliyorum- “peygamberimiz”, “dini değerlerimiz”, “manevi değerlerimiz” yazamaz. Çünkü savcı “biz” dediği bir kitlenin temsilcisi değil, “ötekiler”i de içine alması gereken hukukun temsilcisi olmalıdır. Savcının neye inandığı bizim hiç umurumuzda olmamalıdır çünkü savcı bizim inançta muarızımız konumunda değildir. “İnancımız”, “dinimiz”, “peygamberimiz” yazmış bir savcı, bu mütalaayı kabul etmiş bir yargıç hükmü a priori olarak sanık aleyhine kurmuş demektir. Savcının görevi bir inancı savunmak ya da korumak değil, inancın mensuplarının o inancı yaşarken ve savunurken haklarının ihlal edilmesine engel olmaktır. Hepsi bu.

Neye inandığınız tamamen sizin sorununuzdur, özel alanınızdır. Doğru ve yanlışa karar verme yetiniz geliştiyse, eylemlerinizin sonuçlarını üstlenebilecek durumdaysanız, başka inşalara -ve tabii canlılara- zarar vermeden istediğiniz şeyi yapabilmelisiniz. Basit, açık, anlaşılır bir ahlak ilkesidir bu. 

Bir dine inanıyor olmanız genellikle gereksiz ama gene genellikle iyi bir şeydir. Bununla birlikte başkalarının da sizin gibi inanması, davranması ya da sizin kutsal kabul ettiklerinize aynı biçim ve ölçüde saygı göstermesini talep etmeniz en hafif tabiriyle aptallıktır. Sizin için “öyle” olması; sizin sayıca “çoğunluk” olmanız; sizin kendinizi “ötekiler”in hâkimi ya da üstünü olarak görmeniz haklı olduğunuz anlamına gelmemektedir. “Kuran’da böyle yazıyor” bir tartışma argümanı değildir. Kuran’ın ne dediği sadece Kuran’ın hükümlerine inananları bağlar. Dünya’nın geri kalanı bunlara uymak, inanmak kayıtsız şartsız kabul etmek zorunda değildir. Haaa, derseniz ki “kutsalıma saygı göster” o zaman kutsalınızın çizgisini net çizeceksiniz. Her şeyi kutsal haline getiriseniz, kimseye hareket alanı bırakmazsınız. O zaman da doğaları gereği hareket edecek insanlar, sizin belirsiz sınırlarınızı ihlal ettiğinizde şikâyet etmeye hakkınız yoktur. Sizin her kutsalınız sizi bağlar. Sınırı çizilmemiş, tanımlanmamış kutsal, kutsal değil, yeri geldiğinde kullanılmaya hazırlanmış dolu bir silahtır. Sınırı çizilmemiş kutsallar kutsal olmaktan çıkar.

İnsanlar insanların fikirleriyle tartışır, Allah kelamı dediğiniz anda konuşma zemini ortadan kalkar, savaş alanı olur. Üstelik kendinizi ne kadar haklı görürseniz görün, bu haksız savaşın başlatıcısı, sorumlusu ve celladı siz olursunuz.

Siz hoşlanmıyorsanız, günah olduğunu düşünüyorsanız yapmazsınız olur biter ama bunu başkalarına bir yaşam pratiği olarak dayatmaya hakkınız yoktur. Kürtaja karşı mısınız?  O zaman seks yaparken korunursunuz, böylece siz de partneriniz de böyle bir sorun yaşamamış olur. Bu kadar basit. İnsanların hemcinslerine âşık olması, onlarla sevişmesi sizi rahatsız mı ediyor? O zaman siz hemcinslerinize âşık olmaz, onlarla sevişmezsiniz, olur biter. Erkeklerin makyaj yapması, kadın giysisi giymesi sizi rahatsız mı ediyor? Eğer erkekseniz makyaj yapmaz ve kadın giysisi giymezsiniz olur biter. Kadınsanız başınızı çevirip öteki tarafa bakmanız çok daha kolay olacaktır.

Kutsallarınızı başkalarının vajinaları, anüsleri ya da penislerinin üzerine inşa ettiyseniz, ıslaklık ve kokudan şikayet etmeye hakkınız yoktur.

 

21 Ocak 2021 Perşembe

Bize kadar bilim felsefesi:




İlk Çağ bilimi, deyim yerindeyse bilimin bebekliği, emekleme dönemiydi. Filozof çıplak duyularının ona gösterdiği kadarını bilir, anlar, olan biteni bu sınırlı çerçeve dahilinde çözümlemeye çalışırdı.
Gri bulutlar var, yağmur yağacak, rüzgar güneyde esti, fırtına kopacak, kuşlar erken göç etmeye başladı, kış sert geçecek gibi yalın gözlemlere dayalı dümdüz nedensellik ilişkileri kurulurdu. Kavram ve deneyim eksikliğinden dolayı haliyle araya mitolojiden, masaldan, imgelemden gelen güzellikler ekleştirilirdi ama o kadar kusur Sokrates'in kızında da olurdu.
Derken efendim, bu bebeklik çağı Orta Çağ ile birlikte felç geçirdi, kötürüm oldu. İçine cin kaçtı, falan melek borusunu üfledi, filan melek vahiy getirdi, beriki rüzgar estirdi, iblisler musallat oldu, şeytan ayarttı düzeyinde açıklamalar gören gözü kör, işiten kulağı sağır, seven kalbi taş etti. Ne İsa'nın sevgisi ne Muhammed'in şefaati kar etmiyordu. Anlamaya çalışmak, açıklamak ancak üç beş ayetle birkaç bin hadis ve mesel ile sınırlıydı.
Epeyce bir uyuşukluk halinden sonra önce sanatın ışığı belirdi; doğayı yeniden keşfeden sanatçı, dağı bayırı, çıplak karıyı, ovayı çayırı, denizi penisi, velhasıl kelam bilumum yaratılmışı alenen yorumladı. Bir vakitten sonra hayran hayran bakmakla o işlerin olmayacağını anlayan üç beş akil "dur bunların nedenlerini de bulalım" dedi. Çoğusu Tanrı varsayımına dayanmadan ama Tanrı ile kavga da etmeden doğada var olduğunu var saydıkları yasalılıkları bulmaya başladı. Lakin bu yeni bilim sınıfı, İlk Çağ'daki dedelerinden farklı olarak bu işi standart formüllere bağladı. Artık sadece "gri bulutlar var, yağmur yağar" demek yetmiyordu. "Havadaki nem oranı yüzde bilmem kaç olduğunda, atmosferin falan tabakasındaki ısı da filan santigrat dereceye düştüğünde yağmur olgusu gerçekleşir" gibi uzun, içinde sayıların olması gereken, alengirli cümleler kurmak gerekiyordu. Artık matematikselleştirlemeyen bilginin bir değeri yoktu. Bu demekti ki matematiğin dilinde okunmayan bir bilgi, antagonizmların yastık savaşı yaptığı metafizikten ibaretti.
Bunları neden yazdım? Ben de bilmiyorum. Bu yazdıklarımın tamamı "ya hocam, bunlar bizim gerçek hayatta ne işimize yarayacak?" türünden sorulara neden olacak şeyler. Bu ve buna benzeri akıl yürütmeleri ne zaman yapsam, derslerde ne zaman bir akıl yürütme sisilesi kurup bunu örneklerle desteklesem o sorunun yanıtını oldukça dolaylı yollardan vermiş oluyorum. Bunlar sadece düşünmeye yarıyor sevgili Orta Dünya hakları, eğer düşünmek bir biçimde sizi ilgilendiriyorsa tabii.