15 Mayıs 2017 Pazartesi

Evlilik teklifinde çıtayı çilek dalına yükseltmek

Geleneksel toplumlarda evliliğin kutsanması, modern toplumlarda tüketimin körüklenmesine dönüşünce, eşşek kadar insanlar evlilik teklifleri ve düğün törenlerini deYişik yapmak için olmadık şaklabaklıklara başladılar.

Akıllara durgunluk veren evlilik teklifi ya da orijinal konseptli düğün törenlerine harcanan efor ve zamanı ilişkinin içeriğine harcasalar, belki sosyal medyada haber olmazlar ama mutlu olurlar.

Bir evlilik ve bir boşanma yaşamış birisi olarak, herkesin en az bir kere evlenip, o nalı toynağına taktırması gerektiğine can-ı gönülden inanıyorum. Kötü örnekler var diye kategorik olarak evliliği reddetmek ne kadar anlamsızsa, "herkes evleniyor bir ben evlenemedim" diyerek evliliği hayatın amacı haline getirmek de aynı ölçüde anlamsızdır.

Evliliğin kendisi, tıpkı diğer sosyal kurumlar gibi, kendi başına iyi ya da kendi başına kötü değildir. Bir ilişkiyi başarılı, sağlıklı ya da kalıcı iyilik hali olarak tanımlayacak olan şey, bir nikah salonunda aldığı sosyal-hukuksal onay ya da düğünün kaça mal olduğu değil, tarafların birbirine karşı gösterdiği özen, ilgi, bakım alan ve bakım veren olma sorumluluğunu üstlenme, arkadaşlık etiğine uygun eylemleridir. Yürümeyen ilişkiler arkadaşlık bittiği ya da hiç kurulmadığı için biter.

12 Mayıs 2017 Cuma

Mevlana kim değildir?

Mevlanan'yı, çok şükür ki, Elif Shafuck'tan öğrenen birisi olmadım, o yüzden de tasavvuf konusunda, romantik olmayan ama değerli bir deneyim türü olduğunun hakkını teslim edecek kadar bilgi sahibi olduğum bir bakış açısına sahibim.. Bir dinin metafizik değil, etik ve geleneksel boyutunun daha hayırhah olduğuna inanırım. O Nedenle mistisizm gibi, bütün dineri yatay olarak kesen pratikleri uzaktan ve gerçekçi bir merakla izlerim..

Mevlana'nın Mevlevihane'de varsıl bir hayat sürerken, siyasi iktidarla uzlaşma içinde olduğunu, 
Konya dışında sürüp giden kıyım ve yağmaya da göz yumduğunu da ekleyerek, gene de güzel şeyler yazdığının hakkını teslim edelim.. 


Fihi Ma Fih'ten bir öğüt..
"Sizler, kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz.
Bir erkek gibi bir kadının da yüreği iyi ise, yasakları uygulamasan da, o iyilik yoluna gidecektir.
Yüreği kötü ise, ne yaparsan yap, onu hiç bir şekilde etkileyemezsin.
Kıskançlık denilen şeyi bilme.
Cahillerdir, kadından üstün olduğunu sananlar.
Cahiller kabadır. Sevgi ve güler yüz nedir bilmezler.
Ancak hayvan erkekler, kadından üstündür.
Seven erkek ise, kadınla eşittir."

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Şu Zavallı Ego'mun Sanal Alem Psikiyatrisinden çektiği..

Epey bir vakittir sanal alemde, mütemadiyen, 'ego'nun kötü olduğunu, onu denetlememiz gerektiğini, egosuna hakim olamayan insanların kötü, ya da en hafif deyimiyle, budala olduğunu anlatan paylaşımlar görüyorum.. Doğal olarak da kendi bildiğimi sandığım ego kavramı ile insanların çoğunun bildiğini sandığı şu ego kavramı arasındaki makasın açık olduğunu düşünmeye başladım.. Zira, Latince "ben", "kendilik", "benlik" denen ego, neden kötü ve denetim altında tutulması gereken şeytani bir şey olsun ki? Üstelik insan doğası o kadar da kendini sevmek üzerine kuruluyken..

Ego, insanın hem özne boyutunu tanımlayan irade, bilinç ve vicdanı hem de onun nesne boyutunu tanımlayan, dürtülerini, iç isteklerini, tutkularını, içsel enerji kaynaklarını içine alan çok boyutlu bir karmaşadır. (karmaşa=kompleks konusu da bir başka açık oturum başlığıdır; kapaparantez)
Adamım Freud, kişilik kuramını geliştirirken, insan psikolojisini, id(alt-ben), ego (ben) ve süper-ego (üst-ben) olarak sınıflandırmıştır. İd, zevk temelli bir istekler ve aşırı ısrarcı temel enerjinin çıkış noktasıdır. Temel ve en ilkel benliktir. Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır. Onun sayesinde yaşamaya devam edecek gücü buluruz.


Süper-ego, toplumsal olanı, Nietzsche'nin ifadesiyle, içimizdeki sürüyü temsil eder. Ne yapıp yapmamamız gerektiğini, doğru ve yanlışın ne olduğunu, ayıp, günah, suç gibi kontrol edici bilinç-dışı mekanizmaların içimizdeki karşılığıdır. O kadar güçlü ve acımasızdır ki, medeniyet denilen şey onun sayesinde inşa edilmiştir.

Ego ise idin bu isteklerini gerçeklikle karşılayan kısımdır. Çeşitli savunma mekanizmaları ile idi kontrol eder. İd ve süper-ego arasındaki dengeleyici katmandır. Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve idin bazı isteklerine izin vermektir. Ego, gerçekliğin filtresi ve düzenleyicisidir. Bunu da ilkel arzular ve toplumsal kontrol arasında, akışkan bir yalpalamayla  sürüp giden libidinal geçişlerle yapar. Yani hem toplumun hem de idin beklentileri arasında helak olarak yapılanır ve yapılanmış olarak kalmaya çalışır.


Buradan yola çıkarak diyebilirim ki: kontrol altında tutulması gereken egonuz değil, budalalığınız, kötü seçimleriniz, cahilliğiniz ya da ego kapasitenizi yeterince kullanmamaktan kaynaklanan bilumum sorunlarınızdır. Çünkü zaten sağlıklı ego, hem dürtüleriniz ve güdülerinizi denetler, hem de bireysel varlığınız ve toplumsal gerçeklik arasındaki dengeyi korur.. 


Aslında sizin siz olmanızı sağlayan şeyi değil de, mesela, sizi siz olmaktan çıkmanızı isteyen süper-egoyu hedefe alan bir eleştiri anlayışı geliştirmek, daha sağlıklı bir yetişkinlik ve kalıcı iyilik halini mümkün kılacaktır..

Ondandır ki, egonuzu seviniz ve ona sahip çıkınız ve onu koruyunuz ve onu her daim yapılandırıp tamamlayınız.... 

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Sevgi neydi? Sevgi emekti...

İnsan ilişkilerinin kökeninde yatanın ne olduğu sorusu, tarih boyunca, sanatçılar, filozoflar ve bilim insanlarının yanıtlamaya pek hevesli olduğu bir soru olmuştur. Yanıtlar muhteliftir. Bazısı insan doğasının kötülüğü, bazısı da iyiliği varsayımından yola çıkar. En sevdiğim argümanlardan birisi alış-veriş olarak gören anlayıştır. Bu anlayışa göre, sevgi/aşk dahil bütün ilişkilerimiz, kabaca, vereceğimizden daha fazlasını alacağımız varsayımına dayanır. Yani temelde temelde vermeden almayız ve almadan vermeyiz. Üstelik her iki taraf da -ikili ilişkileri temele alıyoruz- verdiğinde fazlasını almayı ummak eğiliminde.

Bu noktada akla bir eşitsizlik ya da dengesizlik ihtimali gelebilir, gelmesin. Zira, siz verirken sizden eksilmeyen bir şey, başka birisi için yaşamsal öneme sahip olabilir. Ya da sizin tamahkarlıkla aradığınız bir hazine, başkasının, öylece orada duran ve etrafa saçılmayı bekleyen doğal kaynağı olabilir. Unutmamalıyız ki insanlar-arası dengeler matematiksel değil, organiktir, ihtiyaç duyduğumuz şeyler bireysel olarak farklılık gösterir.

Bundan mütevellit, vermek ve almak karşılıklı olduğu sürece ilişkinin dengesi, karşılıklı bir akış olarak sürer, göreli dengesizlik, alış-verişin karşılıklılığı sayesinde, göreli denge olarak kurulur. Mutlak bir dengenin, mutlak bir mutluluğun, mutlak bir sevginin olduğu kusursuz ilişkiler yoktur çünkü insanlar ve koşullar da tıpkı mutlaklar gibi değişir.

Akışın tek yönlü olduğu ilişkilerde -ki teknik olarak bir ilişki olduğu da tartışmalıdır- bir süre sonra "çok veren" maldan değil, "can"dan vermeye başlar. Verdiğinde ego bütünlüğünde oluşan boşluk, başka bir veri girişiyle dolmadığında, kişilik yapılanması, çözülmeye başlar. Kuşkusuz ki "veren" "alan"dan daha çok sevmektedir ancak bu tek tarafın verişi olarak kaldığında, "veren" vermeyi yani sevmeyi bırakmaya başlayacaktır.

Bu noktada karşılıklı alış-verişin "sen benim için bunu yaptın", "ben senin için şunu yaptım" tarzında bir mekanik düzlem olmadığını da eklemek gerekir. Zira bu bir sevgi ilişkisi değil, ticari bir pazarlık, perdede duyguların, perde gerisinde çıkarların olduğu bir sömürü ilişkisidir.

Ezcümle, sadece almayı umduğunuz bir ilişkiden fazla hayır beklemeyiniz, tıpkı, sadece verdiğiniz için değer göreceğinizi düşündüğünüz bir ilişkiden de hayır beklememeniz gerekiği gibi. Almadan vermenin Allah'a mahsus olduğu hikayesi ise, başka bir yazının konusu olsun..

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Öğretmenler Öğrencilerini Gömmemeli

19 yıllık meslek hayatım boyunca, hatrı sayılacak miktarda öğrenci acısı yaşadım ki bunların bazısı telafisi olmayan ölüm acısıydı..

Trafik kazasında ölmüş olan vardı..

Askerde "eğitim zayiatı" adı altında, komutan dayağı ve işkenceden geçemediği için ölen vardı, mesela..

Mesela er olarak görev yaparken çatışmada şehit düşen Emre vardı...

Dağa çıkıp, PKK'ya katılıp, kendisi yaşındaki askerlerle girdiği çatışmada ölen de vardı..

Ankara gar katliamında ölmüş olan, bizzat tanışmadığım ama tanıdıklarım vardı..

Suruç katliamında ölenlerden bazısı öğrencim, bazısı öğrencilerimin arkadaşlarıydı..

Ağabeyini elindeki silahla hayatını kaybeden de oldu..

Narin kelebeklerimden birisi okulda kalp krizi geçirdi...

Güzel gözlü Arif'im şehit düştü.. Gözde'sini yalnız bıraktı..

Tanımadığım çocuklar incinirken bile dayanamayan kalbim, tanıdıklarım giderken iki değirmen taşı arasında eziliyor..

Öğretmenler öğrencilerini gömmemeli! Bu kadarı çok fazla!




1 Mayıs 2017 Pazartesi

1 Mayıs


İşçi ölümlerinde Avrupa birincisi, Dünya üçüncüsü olan memleketim.. Çocuk Hakları Sözleşmesini imzaladık ama TBMM'den geçirmedik, neden? Çünkü o sözleşme sayıları 4 milyon olduğu tahmin edilen çocuk işçileri, sistem dışına çıkarmayı zorunlu kılıyor.. 

Bugün;
Dizi setlerinden hastanelere, şantiyelerden fabrikalara, turizm ve eğlence sektöründen eğitime kadar geniş bir iş alanında, fazla mesaileri ödenmeden çalıştırılan, angaryaya mahkum edildiği için hakları yenen emekçilerin;
İş güvenliği bedeli, ölüm tazminatından daha fazla olduğu için tersaneler, madenler ve inşaatların ihmalkarlığında ölenlerin;
Sayılarının 5 milyon olduğu tahmin edilen, taşındıkları kamyon kasalarında trafik kazalarında ölen, hiçbir sosyal güvenceleri olmayan mevsimlik tarım işçilerinin;

Üniversite mezunu oldukları, döpiyes-takım elbise giydikleri için plazaların insanlık-dışı konforunda (!) rahat çalıştıkları düşünülen banka-ofis işçilerinin;
Sırf kadın oldukları için erkeklerle aynı işi yaptıkları halde düşük maaş almayı kabul etmek zorunda kalan kadın emekçilerin;
Taşeronlaşma nedeniyle, eğitimi, pozisyonu ve işinin önemi ne olursa olsun, basit bir sözleşmenin güvencesizliğinde çalışan nitelikli personelin;
Devletin güvencesine kavuşmuş oldukları için her türlü itilip-kaklımayı haketmiş olduklarına inandırılmış olan devlet memurlarının;
İşçi Bayramında, işçiler bayram kutlamasın diye başka şehirlerden nakledilip, kendilerinin de emekçi olduklarını unutmuş/öğrenmemiş olan polislerin;

4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 1518 TL, yoksulluk sınırının 4945 TL* olduğu memleketin hükumetinin, sanki çalışma hayatının tek sorununun, bayramın hangi meydanda kutlanacağı sorununa indirgemeyi başardığı bayramıdır, 

Kutlu olsun..
* Nisan 2017 verileri