Günlerden bir gün, Timur etrafındakilere "buradan attım kılıcı, varıp Halep’te oynadı bir ucu!" kabilinden sözler edip kendisiyle övünüyormuş. Timur'un atıp tutmalarına canı sıkılan Nasreddin Hoca altta kalmaya tahammül edemeyip devesini övmeye başlamış:
-"Doğrusu elimden nice develer gelip geçti ama, böylesini görmedim. Uç desem, kanatlanıyor; yürü desem, ayaklanıyor. Tek eksiği var, yazması yok!" der.
Hoca'nın kendisiyle alay ettiğini anlayan Timur:
- “Şu deveyi bir göreyim!" der.
Hoca hiç istifini bozmadan:
-Devletlim", der "bugünlerde, namaz başlarını öğretiyorum. Allah izin verirse, seneye seferden geldiğinizde önünüze diz çöksün!" Timur ses etmez, ertesi seneyi bekler.
Ertesi sene gelip Timur deveyi görmek istediğini söyleyince Hoca:
- “Sormayın efendim, Kuran'ı okumaya başlayınca, öyle bir aşka geldi ki şimdi de, ‘Hafız olacağım!’ diye tutturdu. Allah izin verirse bir daha ki seneye getireyim de hıfzını dinleteyim!" der.
Hoca'nın cevabına hiddetlenen Timur, ertesi sene deveyle gelmesini, şayet deve iddia ettiği gibi hıfzedip Kuran okuyamazsa hem devenin hem de kendisinin boynunu vurduracağını söyleyip otağından ayrılmasına izin verir.
Hoca Akşehir'e dönüp durumu merakta kalan karısına anlatır.
Karısı:
- “Bre Hoca, sen kanınla mı oynuyorsun? Kaçın kurdu Timur böyle palavraları yutar mı? Hem deveden hem de senden olacağız" diye dövünmeye başlar.
Hoca;
-Yahu, ne telaş ediyorsun" der, "bir yıl çok uzun zamandır. O güne kadar Ye deve ölür, ya ben ya da Timur!"
22 Kasım 2018 Perşembe
22 Eylül 2018 Cumartesi
Her zaman doğru yanıtları bulamayabiliriz ama doğru sorular orada duruyor.
Baktım herkes çocuğuna pantolon alamadığı için canına kıyan babanın çocuğunun devam ettiği okulun yönetimine, öğretmenlerine salanmış. Belli açılardan haklı bir itiraz zira eğitimciler çok daha duyarlı olmalı. Ancak aynı eğitimci kuralları biraz esnetse bu sefer de aymazlık ve sorumsuzlukla itham edilecektir. İki yüzlülüğümüzün bahaneleridir.
Benzer şekilde çok ağır koşullarda sağlık hizmeti vermeye çalışan personele yapılan saldırılardan sonra "o doktor/hemşire de kim bilir ne yapmıştır?" minvalinde sözler işitiriz. İşin icracısı olan somut insanlara saldırmak kolaydır çünkü gözün önünde olanlar onlardır. Ancak onlar sorunun kaynağı değil, zırt deliğinde yer alan hedeflerdir. Buradan hiçbir sorumlulukları olmadıkları sonucuna da gidilmemelidir zira kurallar insanlar içindir ama insanlardan üstün değildir.
Binlerce doğru yanıtınız olsa da doğru soruyu sormadıysanız bir değeri yoktur zira insan zihninin tembelliği onu kolay olana yöneltir. Bu durumda doğru sorular çocuğun devam ettiği okulun yönetimi ya da öğretmenlerine "vicdanınız rahat mı?" ya da "çocuklarınızın yüzüne nasıl bakacaksınız?" değildir. Doğru sorular, "sosyal devlet nedir?", "bizde neden sosyal devlet ilkelerine uyulmuyor?", "nasıl oluyor da öyle olmadıklarını bile bile seçtiğimiz yöneticilerin sosyal devleti inşa etmesini bekliyoruz?", "sistemin böyle sürüp gitmesinde benim payım nedir?" "yurttaşlar olarak diğer yurttaşlara karşı yegâne sorumluluğumuz onların hâline üzülüp kendi halimize şükür etmekten mi ibarettir?", "kötülüğün yasalaşmasında payım nedir?" olmalı.
Vicdan merhametten büyüktür. Vicdanlı günler dilerim sevgili Orta Dünya halkları.
19 Temmuz 2018 Perşembe
Demokrasi üzerine bir psikolojizm
Demokrasi üzerine bir psikolojizm
Lisede psikoloji dersi okunmuş olanların bile kolayca hatırlayabileceği bir konu vardır: ihtiyaçlar ve güdüler. Bir şeyin eksikliği ya da yokluğunun beyin tarafından fark edilmesi, onun organizma tarafından tatmin edilmesi gerekliliğini ortaya çıkarır. Bunun üzerine organizma harekete geçer ve eksiklik ya da yoksunluğu gidermek amacıyla eylem ya da edimlerde bulunur. Örneğin metabolik işlemlerin sürdürülmesi için gerekli su miktarı azaldığında, beynin ilgili bölgesi, kandaki değişmeleri analiz ederek 'susadın' sinyalini bilinç düzeyine çıkarır. Bunu takiben organizma su temin etmeye yönelik eylemlerde bulunur ki bu sürecin tamamına motivasyon yani güdülenme denir.
Güdülenme sürecinin en önemli özelliklerinden biri, yaşam boyu, değişen koşullara bağlı bir değişim göstererek devam etmesidir. Örneğin yaşadığımız süre boyunca hep dışarıda ama çay içme alışkanlığı kazandıysak su ihtiyacını karşılamak için günde 20 bardak çay içeriz. Çay su değildir ama yerini tutan bir nesneye dönüşmüştür. Oysa susuzluk ebedi, su ezelidir; ta ki ölene kadar.
Beynimideki ihtiyaçları ve dürtüleri denetleyen bölgeler üzerinde laboratuvar ortamında yapılan çalışmalar, yapay olarak uyarılmanın bu bölgelerdeki etkinlikleri değiştirdiğini göstermiştir. Cinsel dürtüleri denetleyen beyin bölgeleri uyarılan fareler aşırı cinsel eylemden yorgun düşerek; açlığı denetleyen bölgeleri uyarılan fareler, önlerinde yiyecek olduğu halde açlıktan; ya da uykuyu denetleyen bölgeleri uyarılan fareler uykusuzluktan ölmüştür.
İhtiyacın yapay olarak etkilenmesi ya da yönlendirilmesi, ihtiyacı ortadan kaldırmamakta, en iyi ihtimalle arzunun nesnesinin değişmesine, en kötü ihtimalle de organizmanın yaşamının son bulmasına neden olmaktadır. Demokrasi gibi düzenlere duyulan ya da duyulması gereken/beklenen ihtiyaçlar da bu fizyolojik gerçekliğe benzetilebilir.
Bir toplumunun demokrasiyi talep edebilmesinin ön koşulu, bünyesinde demokrasiye duyduğu ihtiyacı fark edebilmesidir. Demokrasiye ihtiyaç duyduğunuzu bildirecek bölgeleriniz hasar görmüş, yok olmuş ya da hiç oluşmamışsa, demokrasi sizin için bir ihtiyaç değildir. Mesela bir amipseniz, sizin için cinsellik dürtüsü mitozla bölünmekten ibarettir, eşeyli üreyen canlıların etkinliklerini anlamanız imkansızdır. Mesela evrim sürecinde kanatları uçma değil yüzme organına dönüşmüş bir penguenseniz, uçmak sizin için asla anımsamyacak kör bir anıdır. Mesela doğduğunuz günden itibaren sadece çay içmiş olsaydınız, bedeninizi zehirlese de bildiğiniz tek ihtiyaç maddesi o olacaktır; bedeniniz, ölümü pahasına susuzluk değil çaysızlık çekecektir.
Bir toplumu oluşturan bireyler, demokrasi onlara da lazım olunca onu talep ederler.
Temel ihtiyaçlarını karşılayamamış insanlar, üst bilişsel seviyedeki ihtiyaçlara yönelemezler. Barınacak yeriniz yoksa, sizin için en önemli mesele Dünya Kupasını kimin aldığı değildir. Bununla birlikte, fakirlik size dayatılmış tek seçenekse ve siz bunu olağan karşılayacak kadar sindirilmişseniz, yattığınız kaldırım üzerindeki TV satıcısının vitrininden Dünya Kupası karşılaşmalarını izlemeyi, dünya vatandaşı olmak sayarsınız.
Demokrasi bir yönetim biçimi değil, bir yaşam biçimidir. Yalnızca onu talep ve hak edenlerce yaşanır. Belki de biz demokrasiyi, ona sahip olacak kadar istemiyor hatta hak etmiyoruz. Belki de sorun yöneticiler değil, yönetilenlerdedir, değil mi sevgili Orta Dünya halkları?
Lisede psikoloji dersi okunmuş olanların bile kolayca hatırlayabileceği bir konu vardır: ihtiyaçlar ve güdüler. Bir şeyin eksikliği ya da yokluğunun beyin tarafından fark edilmesi, onun organizma tarafından tatmin edilmesi gerekliliğini ortaya çıkarır. Bunun üzerine organizma harekete geçer ve eksiklik ya da yoksunluğu gidermek amacıyla eylem ya da edimlerde bulunur. Örneğin metabolik işlemlerin sürdürülmesi için gerekli su miktarı azaldığında, beynin ilgili bölgesi, kandaki değişmeleri analiz ederek 'susadın' sinyalini bilinç düzeyine çıkarır. Bunu takiben organizma su temin etmeye yönelik eylemlerde bulunur ki bu sürecin tamamına motivasyon yani güdülenme denir.
Güdülenme sürecinin en önemli özelliklerinden biri, yaşam boyu, değişen koşullara bağlı bir değişim göstererek devam etmesidir. Örneğin yaşadığımız süre boyunca hep dışarıda ama çay içme alışkanlığı kazandıysak su ihtiyacını karşılamak için günde 20 bardak çay içeriz. Çay su değildir ama yerini tutan bir nesneye dönüşmüştür. Oysa susuzluk ebedi, su ezelidir; ta ki ölene kadar.
Beynimideki ihtiyaçları ve dürtüleri denetleyen bölgeler üzerinde laboratuvar ortamında yapılan çalışmalar, yapay olarak uyarılmanın bu bölgelerdeki etkinlikleri değiştirdiğini göstermiştir. Cinsel dürtüleri denetleyen beyin bölgeleri uyarılan fareler aşırı cinsel eylemden yorgun düşerek; açlığı denetleyen bölgeleri uyarılan fareler, önlerinde yiyecek olduğu halde açlıktan; ya da uykuyu denetleyen bölgeleri uyarılan fareler uykusuzluktan ölmüştür.
İhtiyacın yapay olarak etkilenmesi ya da yönlendirilmesi, ihtiyacı ortadan kaldırmamakta, en iyi ihtimalle arzunun nesnesinin değişmesine, en kötü ihtimalle de organizmanın yaşamının son bulmasına neden olmaktadır. Demokrasi gibi düzenlere duyulan ya da duyulması gereken/beklenen ihtiyaçlar da bu fizyolojik gerçekliğe benzetilebilir.
Bir toplumunun demokrasiyi talep edebilmesinin ön koşulu, bünyesinde demokrasiye duyduğu ihtiyacı fark edebilmesidir. Demokrasiye ihtiyaç duyduğunuzu bildirecek bölgeleriniz hasar görmüş, yok olmuş ya da hiç oluşmamışsa, demokrasi sizin için bir ihtiyaç değildir. Mesela bir amipseniz, sizin için cinsellik dürtüsü mitozla bölünmekten ibarettir, eşeyli üreyen canlıların etkinliklerini anlamanız imkansızdır. Mesela evrim sürecinde kanatları uçma değil yüzme organına dönüşmüş bir penguenseniz, uçmak sizin için asla anımsamyacak kör bir anıdır. Mesela doğduğunuz günden itibaren sadece çay içmiş olsaydınız, bedeninizi zehirlese de bildiğiniz tek ihtiyaç maddesi o olacaktır; bedeniniz, ölümü pahasına susuzluk değil çaysızlık çekecektir.
Bir toplumu oluşturan bireyler, demokrasi onlara da lazım olunca onu talep ederler.
Temel ihtiyaçlarını karşılayamamış insanlar, üst bilişsel seviyedeki ihtiyaçlara yönelemezler. Barınacak yeriniz yoksa, sizin için en önemli mesele Dünya Kupasını kimin aldığı değildir. Bununla birlikte, fakirlik size dayatılmış tek seçenekse ve siz bunu olağan karşılayacak kadar sindirilmişseniz, yattığınız kaldırım üzerindeki TV satıcısının vitrininden Dünya Kupası karşılaşmalarını izlemeyi, dünya vatandaşı olmak sayarsınız.
Demokrasi bir yönetim biçimi değil, bir yaşam biçimidir. Yalnızca onu talep ve hak edenlerce yaşanır. Belki de biz demokrasiyi, ona sahip olacak kadar istemiyor hatta hak etmiyoruz. Belki de sorun yöneticiler değil, yönetilenlerdedir, değil mi sevgili Orta Dünya halkları?
12 Temmuz 2018 Perşembe
Bir türkünün düşündürdükleri: Bodrum Hakimi
Annemle öğle yemeği yerken Bodrum Hakimi türküsünü dinledik. Annem bildiği kadarıyla türkünün hikayesini anlattı. Derken-sağ olsun internet- olası başka hikayeleri okuduk. Türkününün derlenmesine, TRT arşivine girmesi için yapılan revizyona, Türkan Şoray'ın tüm görkemiyle oynadığı aynı adlı filme konu olmasına, Tolga Çandar'ın Mehfaret Hanım'ın hikayesinin peşine düşüp Kütahya Tavşan'da nüfus kayıtlarına kadar yaptığı araştırmalara baktık... Sonra Mehfaret Hanım'ın ölmeden bir gece önce dinlediği rivayet edilen "Uslu dur kadınım" şarkısını dinledik... Ayranlarımızı yalnız ve güçlü kadınlara kaldırdık...
Sizin Demet Akalın ya da İbrahim Tatlıses ne yapıyor bu arada? Suriyeli istemiyoruz diye tivit atıyor ya da iktidar pastasından bir parmak krema çalmak için yataklık yapıyor. Herkes hakettiği sanatçı kitlesiyle karşılanır. Afiyet olsun.
Sizin Demet Akalın ya da İbrahim Tatlıses ne yapıyor bu arada? Suriyeli istemiyoruz diye tivit atıyor ya da iktidar pastasından bir parmak krema çalmak için yataklık yapıyor. Herkes hakettiği sanatçı kitlesiyle karşılanır. Afiyet olsun.
11 Temmuz 2018 Çarşamba
Endişeli Laik Veliler
Endişeli laik velilere seslenmek istiyorum, eğer çocuklarınıza verdiğiniz terbiyeye ve çocuklarınızın kişilik ve zekasına güveniyorsanız;
onları imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerine göndermekten imtina etmeyiniz. Bırakınız bu sefer meslek öğretmenleri uğraşsın. Zira sizin çocuklar zekalarının kıvraklığı, kendilerine olan güvenleri ve bilgileriyle altta kalmayacak, zorlanmayacaktır. Buna mukabil biat ve itaat kültürünün otorite figürleri saç baş yolacaktır.
Yanısıra çocuklarınız gelecek kaygısı olmaksızın yargıtay hakimliğinden aile danışmanlığına, Tübitak yöneticiliğinden nükleer araştırma enstitüsü uzmanlığına kadar geniş bir meslek yelpazesi içinden seçim yapma imkanına sahip olacaktır. Zaten zeki ve aklı başında oldukları için de işlerinden (!) kalan vakitlerde istedikleri alanlarda ikinci eğitim olanaklarından yararlanıp kendilerini geliştirme imkanlarını kullanabilirler.
Dünyanın her yerinde, her koşulda yaşamlarını devam ettirebilecek çocuklar aileden aldığı eğitimle bunları yapar. 20 yıllık bir öğretmen olarak, şunu, hem üzülerek hem de rahatlıkla söyleyebilirim ki iyi öğrencilik evde başlar, okul sadece yöntem sunar. Kalanı da zaten çocuğun potansiyeliyle ilgilidir, o konuda da zaten söz hakkımız yoktur.
Sanayi ve Fransız devriminden sonraki bütün iktidarlar, dünyanın tüm ülkelerinde, öncelikle eğitim kurumlarına şekil vermeye çalışır çünkü toplum mühendisliği uzun vadede okullar eliyle yapılır. Köklü ve nitelikli eğitim kurumlarının sürekli müdahalelerle dizayn edilme çalışmalarının gerisinde de bu arzu vardır. Gelinen noktada müdahaleler belli ölçüde işe yaramış ancak hala muktedirin arzu ettiği düzeyden uzaktır. Kadıköy Anadolu, Cağaloğlu Anadolu ya da Boğaziçi ve ODTÜ gibi kurumlara yönelik müdahale ve hatta saldırıların gerisinde 'bu kadar uğraşmamıza rağmen neden hala' ruh hali vardır.
Çocuklarınızı dünya vatandaşı olarak yetiştirmek öncelikle sizin sorumluluğunuz ve meselenizdir. Tercihinizi bunu okullara bırakma biçiminde yaparsanız sonuçları en çok sizi etkiler. Değişen dünyaya ayak uydurabilecek bireyler dünyayla bir meselesi olan, dünyaya sorusu olan bireylerdir.
Ezcümle sevgili Orta Dünya halkları, rahat olun, devranlar bir gecede kurulmadığı gibi bir gecede de değişmezler.
PS bu yazı ironi içermemektedir.
PS 2 senin çocuğun yok, konuşması kolay tabii gibi ad hominem argümanlarla gelmeyin.
onları imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerine göndermekten imtina etmeyiniz. Bırakınız bu sefer meslek öğretmenleri uğraşsın. Zira sizin çocuklar zekalarının kıvraklığı, kendilerine olan güvenleri ve bilgileriyle altta kalmayacak, zorlanmayacaktır. Buna mukabil biat ve itaat kültürünün otorite figürleri saç baş yolacaktır.
Yanısıra çocuklarınız gelecek kaygısı olmaksızın yargıtay hakimliğinden aile danışmanlığına, Tübitak yöneticiliğinden nükleer araştırma enstitüsü uzmanlığına kadar geniş bir meslek yelpazesi içinden seçim yapma imkanına sahip olacaktır. Zaten zeki ve aklı başında oldukları için de işlerinden (!) kalan vakitlerde istedikleri alanlarda ikinci eğitim olanaklarından yararlanıp kendilerini geliştirme imkanlarını kullanabilirler.
Dünyanın her yerinde, her koşulda yaşamlarını devam ettirebilecek çocuklar aileden aldığı eğitimle bunları yapar. 20 yıllık bir öğretmen olarak, şunu, hem üzülerek hem de rahatlıkla söyleyebilirim ki iyi öğrencilik evde başlar, okul sadece yöntem sunar. Kalanı da zaten çocuğun potansiyeliyle ilgilidir, o konuda da zaten söz hakkımız yoktur.
Sanayi ve Fransız devriminden sonraki bütün iktidarlar, dünyanın tüm ülkelerinde, öncelikle eğitim kurumlarına şekil vermeye çalışır çünkü toplum mühendisliği uzun vadede okullar eliyle yapılır. Köklü ve nitelikli eğitim kurumlarının sürekli müdahalelerle dizayn edilme çalışmalarının gerisinde de bu arzu vardır. Gelinen noktada müdahaleler belli ölçüde işe yaramış ancak hala muktedirin arzu ettiği düzeyden uzaktır. Kadıköy Anadolu, Cağaloğlu Anadolu ya da Boğaziçi ve ODTÜ gibi kurumlara yönelik müdahale ve hatta saldırıların gerisinde 'bu kadar uğraşmamıza rağmen neden hala' ruh hali vardır.
Çocuklarınızı dünya vatandaşı olarak yetiştirmek öncelikle sizin sorumluluğunuz ve meselenizdir. Tercihinizi bunu okullara bırakma biçiminde yaparsanız sonuçları en çok sizi etkiler. Değişen dünyaya ayak uydurabilecek bireyler dünyayla bir meselesi olan, dünyaya sorusu olan bireylerdir.
Ezcümle sevgili Orta Dünya halkları, rahat olun, devranlar bir gecede kurulmadığı gibi bir gecede de değişmezler.
PS bu yazı ironi içermemektedir.
PS 2 senin çocuğun yok, konuşması kolay tabii gibi ad hominem argümanlarla gelmeyin.
6 Temmuz 2018 Cuma
Forbes Köşkü
Buca SSK hastanesinin bahçesinde, hakkında bir sürü efsane işiterek, biraz hayranlık, biraz da ürküntüyle izlediğimiz, zerafetin ve inceliğin görkemiyle Eski Bucalıların hemen hepsinin anılarında yer etmiş muhteşem bir yapıdır. Taşra asabasının en eğitimli ve aklı başında kişisi olduğu için herkesten büyük saygı gören ama tam da bu nedenle yapayalnız kalan kişisi gibi, metruk ve terk edilmiş ama aynı zamanda ışıltılı ve gösterişli haline bakarken, başka memlekette olsa korumak için neler yapılacağını düşünüp üzüldüm.
Çocukken, yanında inşa edilmiş hastaneye, bazen kendi hastalığımız bazen de sevilen bir yakınımızı ziyaret için köşkün yükseldiği tepeye tırmanırken, o yol çok uzun, o yokuş çok dik görünürdü. Dün sabah aynı yolu yürürken, büyümenin çocukken çok büyük görünen şeylerin aslında o kadar da büyük olmadığını biraz da hüzünlü bir biçimde fark etmek anlamına geldiğini düşündüm.
Çocukluğumuz ana vatanımız, çocukluk mekanlarımız dilbilgimizdir.. Unutmayalım...
Çocukken, yanında inşa edilmiş hastaneye, bazen kendi hastalığımız bazen de sevilen bir yakınımızı ziyaret için köşkün yükseldiği tepeye tırmanırken, o yol çok uzun, o yokuş çok dik görünürdü. Dün sabah aynı yolu yürürken, büyümenin çocukken çok büyük görünen şeylerin aslında o kadar da büyük olmadığını biraz da hüzünlü bir biçimde fark etmek anlamına geldiğini düşündüm.
Çocukluğumuz ana vatanımız, çocukluk mekanlarımız dilbilgimizdir.. Unutmayalım...
3 Temmuz 2018 Salı
Yılan gün gelecek hepimize dokunacak..
Tepeden bakmak gibi olmasın ama;
Ölü çocuk bedenlerinin resimlerini paylaşmak, şiddet pornografisinin bir başka tezahürü, sadece ve sadece bir başka düzlemdir. Kınadığınız, kahrolmasını istediğiniz, idam sehpalarınında can vermesini dilediğiniz hastalıklı zihniyetin bir başka boyutu; sosyal medya kullanan, eğitim, görgü ve duyarlılık maskesi altına gizlenmiş yüzüdür. Tacizciden, tecavüzcüden, katilden sizi ayıran çizgi, eyleme geçme biçiminizdir. Yoksa şiddete duyulan hastalıklı açlık, şiddeti şiddetle besleme sarmalı aynı davranış örüntüleriyle kendini tekrar etmekte.
Şiddet o kadar olağanlaşmış ki, artık türleri ve düzeyleri arasındaki farklar bile bulanıklaşmakta.
Öfkenin yarattığı intikam arzusu o anda kalbe pek hoş geliyor ama akıl böyle zamanlarda lazım.. Hangi eylemimizin ve seçimlerimizin neyi beslediği üzerine düşünmek, modern insanın biricik özelliğidir. Modernizm, kullandığımız aletler, giyindikerimiz, alışkalıklarımızla ilgili değil neyi neden yaptığımız ve neyi neden yapmamız gerektiği üzerinde düşündüğümüz zaman gelir. Gerisi 3 Dünya riyası, Ortadoğulu aymazlığı, İslam coğrafyası yetersizliğidir.
Sizi Türk hekimlerine mi yoksa Türk yargısına mı emanet etsem bilemiyorum..
Ölü çocuk bedenlerinin resimlerini paylaşmak, şiddet pornografisinin bir başka tezahürü, sadece ve sadece bir başka düzlemdir. Kınadığınız, kahrolmasını istediğiniz, idam sehpalarınında can vermesini dilediğiniz hastalıklı zihniyetin bir başka boyutu; sosyal medya kullanan, eğitim, görgü ve duyarlılık maskesi altına gizlenmiş yüzüdür. Tacizciden, tecavüzcüden, katilden sizi ayıran çizgi, eyleme geçme biçiminizdir. Yoksa şiddete duyulan hastalıklı açlık, şiddeti şiddetle besleme sarmalı aynı davranış örüntüleriyle kendini tekrar etmekte.
Şiddet o kadar olağanlaşmış ki, artık türleri ve düzeyleri arasındaki farklar bile bulanıklaşmakta.
Öfkenin yarattığı intikam arzusu o anda kalbe pek hoş geliyor ama akıl böyle zamanlarda lazım.. Hangi eylemimizin ve seçimlerimizin neyi beslediği üzerine düşünmek, modern insanın biricik özelliğidir. Modernizm, kullandığımız aletler, giyindikerimiz, alışkalıklarımızla ilgili değil neyi neden yaptığımız ve neyi neden yapmamız gerektiği üzerinde düşündüğümüz zaman gelir. Gerisi 3 Dünya riyası, Ortadoğulu aymazlığı, İslam coğrafyası yetersizliğidir.
Sizi Türk hekimlerine mi yoksa Türk yargısına mı emanet etsem bilemiyorum..
Adalet yerine intikam talep eden riya toplumları..
Çok rica ediyorum bana Messenger'dan 'idam isterük' minvalinde imza kampanyası linki atmayın. Neden mi?
1- Kişisel inançlarım gereği, suçun niteliği ne olursa olsun idama karşıyım. İdam suçun mağduru ile değil, geri kalanların insanlığıyla ilgilidir. Medeni dünyada yeri yoktur ve modern hukukta ceza olup olmadığı tartışması ceza olmadığı sonucuna varılarak sonlanmıştır.
2- Avukat arkadaşlardan özür dileyerek, idam gibi ciddi sonuçları olan uygulamaların, sizin ayda bir kabaran duygularınıza göre tartışılmayacak kadar teknik hukuksal konular olduğunu ifade etmek isterim.
3- İdam gibi şiddetli ve ölçüsüz uygulamalar sizin sandığınız gibi kamuoyunda infiale yol açan tecavüz, cinayet gibi suçlardan çok, otorite tarafından muhalifleri ortadan kaldırma aracı olarak kullanılır, tarih bunların örnekleriyle doludur. Adnan Menderes ya da Deniz Gezmiş'i anma günlerinde buralarda üzüntülerini yazanların bu taleplerini sakin kafayla bir daha düşünmesini dilerim.
4- Kaldı ki idamın kaldırıldığı yasa, hali hazırda siyasetin içinde yer alan, başta Devlet Bahçeli olmak üzere, geniş bir siyasi elitin uzlaşısı sonucunda kabul edilmiştir. Madem bu kadar idam meraklısıydılar, neden Öcalan Türkiye'ye teslim edildiğinde 3 saatte idamı kaldırıp yargıladılar? Demek ki konu adaletin tecellisi değil siyasidir.
5- Türkiye'nin altına imza attığı uluslararası sözleşmeler idamı yeniden uygulamamıza izin vermemektedir. Modern dünyada devletler sandığınız kadar başlarına buyruk hareket edemezler. Kaldı ki isteğiniz doğrultusunda idam geri gelse bile geriye dönük işletilemez.
6- Ucunda seçmen oyu olan hiç bir talep bedava değildir. Satılan mal genelde seçmenin bizzat kendisidir. Devletimizden idam değil adalet talep edin, daha huzurlu günler görürsünüz.
P.S. "ya sevdiğin birisinin başına gelse ne düşünürsün?" gibi salak argümanlarla gelmeyin, benim ya da sevdiklerimin başına ne geldiğini hakkında hiç bir bilginizin olmadığı bir hayata yaşıyor, bir meslek ıcra ediyorum. Empatinizi az ötede tatmin edin.
Pasifist haftalar dilerim.
Not: Kaçırılan, kaybolan çocuklar ve onların yarattığı infial üzerine yükselen idam taleplerine üzerine bir feysbuk dellenmesidir.
25 Haziran 2018 Pazartesi
DEMOKRASİ BİR YÖNETİM BİÇİMİ DEĞİLDİR, ÖYLE OLSAYDI NEYSE PARASI VERİP İTHAL EDERDİK.
Demokrasi, genellikle ders kitaplarında ve günlük hayatın
klişe konuşmaları içinde bir yönetim biçimi olarak anlam bulur. Oysa basitçe
bir yönetim biçimi değil bir yaşam biçimi, başka insanlarla ilişkilerimizi düzenleyen
bir “öğrenilmiş refleksler” sistemidir. Temelinde ahlak vardır. Yani her koşulda aynı biçimde kullanacağınız sağlam ilkeleriniz olmalıdır. Kuşkusuz siyasi rejimlerin belli
ölçülerde demokratik tarafları vardır; yine kuşkusuz yaşamımızın belli
noktalarında birlikte yaşadığımız insanların kararlarının bizim yaşamımızı
bağlayan yönleri vardır ancak bu demokrat olduğumuz, yaşam biçimimizin de
demokratik olduğu anlamına gelmemektedir.
Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak düşünülmesi
yanılgısının en temel nedenlerinden birisi, belli periyotlarda yapılan yönetici
seçimleridir. Oysa yine bilmekteyiz ki bir rejimde seçim olması o sistemi demokratik
yapmamakta; bir iddianın oylanmasının sonuçları demokrasinin temeli olmamaktadır.
Örneğin Dünya politik tarihinde %99,9 oyla seçilen monarklar olduğu gibi, yine
örneğin hiçbir seçime gidilmeden, kolektif aklın bir noktadan sonra
kendiliğinden sorunsuzca kabul ettiği, örneğin cinsel eğilim hakları gibi
iddialar da vardır.
Demokrasi bir yaşam biçimidir. Evde başlar, seçim sandığı
başında değil. Evin egemeninin, kızı ve oğlu arasında yaptığı uygulamalarda
kendini gösterir. Kendisi için hak gördüğünü “öteki” için de sorunsuzca hak
görme ahlakıdır. Oğlu için hak gördüğünü kızı için hak görmeyen ebeveyn, seçim
sandığına giden bir seçmen olabilir ama seçim üreten bir birey değildir. Kadın
işleri ya da erkek işlerinden, kadınların iffetinden, kızların kendilerini
erkeklerden koruması gerektiğinden söz edilen ailelerden demokratik bir yaşam
biçimi çıkmasını beklemek, tekeden süt sağmaktan daha verimli değildir. Mesele
basitçe seçim yapmak değil, değişen ihtiyaçlar ya da durumlar karşısında seçenek
üretme becerisidir. Bu da aklın özgürce kullanımı ve bilinç konusuna götürür
bizi.
Yaygın bir biçimde demokrasinin ulaştığı en üst düzey olarak
kabul gören İskandinav sistemlerine baktığımızda eğitim, ekonomi ve hukuka
ilişkin sorunların büyük ölçüde çözülmüş olduğunu görürüz. (Bu çözümlere ne
pahasına ulaştıkları bir başka tartışma konusudur ve amaca hizmet etmeyeceği
için tarafımdan ihmal edilecektir) Demokrasi şu üçüne ihtiyaç duyar: eğitimli yurttaşlar,
gelir dağılımında adalet ve sistemin işlediğini gösteren hukuk kuralları. Bunların
eksik ya da kusurlu olduğu ya da olmadığı durumlarda demokrasi sandığa gidip oy
kullanmaktan öteye gitmez.
Demokrasi bir bilinç işidir, okuduğunu anlamayan, ana
dilinde yazmayı beceremeyen insanlarla demokrasi inşa edilmez. Demokrasi bir
hakça bölüşüm işidir, temelinde de ahlak vardır. Yazlığı, kışlığı, bağı bahçesi,
evdeki fert başına düşen SUW’si olup duvarında imzalı bir resim, cüzdanında
müze kartı, salonunda kütüphanesi olmayanların demokrasisi olmaz. Demokrasi bir
güven sistemidir, temelinde haklı ile haksızın ayırt edileceğine duyulan inanç
vardır. Günün birinde bir yerden kendisine de avanta düşeceği beklentisiyle tüm
adaletsizliklere boyun eğenlerle seçim olur ama demokrasi olmaz.
Demokrasinin mucidi ve ilk uygulayıcısı olan İyonlar ve
Atinalılar demokrasiyi yalnızca özgür yurttaşların hakkı olarak görürdü.
Kendilerince haklıydılar, demokrasi eğitim ve serveti olana yarayan bir
sistemdi. Ortaya çıktığı İyonya’nın tarihsel,
kültürel ve ekonomik momenti bize şunu gösteriyordu ki kaybedecek şeyleri
olanlar demokrasiye ihtiyaç duyuyordu. Aynı dönemde var olan hatta çoğu İyon
sitelerinden çok daha büyük servet ve güce sahip diğer Antik uygarlıklar,
demokrasiye zerrece ihtiyaç duymamıştı çünkü yöneten sınıf dışında kimsenin
kaybedecek bir serveti yoktu.
Totaliter batı demokrasilerine
baktığımızda, İyonlar’ın asla aklına gelmeyecek deneyimlerden geçerek modern
devleti kurmak zorunda kaldıklarını görürüz. Demokrasiyi demokratik yöntemlerle
başa geldikten sonra ortadan kaldıran işler gördükleri için bundan sonrasına
izin vermeyecek refleksleri geliştirmişler. Ondandır ki Faşist partiler Almanya,
Avusturya ya da Fransa’da yüksek oylar alsalar da iktidarın bileşeni olamazlar.
Sistemler kendilerini koruma gücünü, varlıklarını yitire yitire edinmişlerdir. Henüz
kaybedecek şeyleri olduğunu idrak etmemiş bireylerle değil İskandinav,
Akdeniz-Latin tipi demokrasi bile olmaz.
Demokrasi bir reflekstir. Kendisini “öteki”ne gösterdiğin
tavırda belli eder. Heteroseksüelin homoseksüele, dindarın dinsize, sağcının
solcuya, erkeğin kadına, varsılın yoksula, egemenin yönetilene karşı tavrında
saklıdır. Kazanana geri zekalı ya da cahil diyenle demokrasi olmaz. Kaybedene sırf
muhalefet ettiği için “vatan haini” diyenle demokrasi olmaz. Demokrasi bir
rejim değil, sindirim biçimidir. Sindiremeyenle demokrasi olmaz. Baktınız
sindiremiyorsunuz, yemeyin. Sonrası kabızlık olur, o da tatsızdır.
Hayırlı Orta Çağ’lar dilerim sevgili Atinalılar.
11 Haziran 2018 Pazartesi
Siz Sarı Taksisiniz Bayım!
Aslında erkek ya da kadın olmanızın bir önemi yok ama çoğunlukla erkek kılığında zuhur ettiğiniz için "bayım" dedim. Yoksa kadınlar içinde de hatırı sayılır bir kalabalığın, erkekler kadar görünür olmamakla birlikte, içinde bulunduğunuz öbeğin göbeğinde olduğunu pekala bilmekteyim.
Neden mi sarı taksisiniz? Söyleyeyim:
Kendiniz dışında, üstelik türdeşleriniz de çoğunlukla bundan nasibini alıyor, hiç bir önemi ve değerinin olduğunu düşünmediğiniz için
Kendinizin de bir önemi ve değerinin olduğunu düşünmediğiniz için
Kuralları koyan olduğunuzu ama aslında kuralsızlığın krallığında ikamet ettiğiniz için
Başkasının mutluluğunu hastalıklı bir tahammülsüzlükle, tiksinilecek bir suçmuş gibi baktığınız için
Hiç mutlu olmamış insanlara özgü bir korkuyla, mutluluğu bir günaha bakar gibi imrenme ve arzuyla izleyip, sıra söze gelince yargıçların en celladı olan iki yüzlülükle dillendirdiğiniz için
Kabalığı doğallık, terbiyesizliği açık sözlülük saydığınız için
Tembellik ve boş vermişliği, umursamazlık ve hımbıllığı tevekkül gibi satmaya çalıştığınız için
Duygularınızın değerini bilmediğiniz, aklınızı kullanmadığınız, kurnazlığı zeka, çıkarcılığı iş birliği diye pazarlamaya çalıştığınız için
Yanılgılar ve yanlışlar olimpiyatı olan yaşamınızı, başka öznelerin boş galibiyetlerinin kuyruğuna takılarak anlamlandırmaya çalıştığınız için
Sizin yapamadıklarınızı başkalarının da yapamamasını dilediğiniz için
Dünya malına olan tamahkarlığınızı sahte bir gelenekçilik elbisesi altında gizlemeye çalıştığınız için
Gücünüzü kendi içinizde değil, içinde benliğinizi yitirdiğiniz kalabalığın yoğunluğunda bulduğunuz için
Para gibi harcanabilir şeyleri biriktirip, insan gibi biriktirilebilir şeyleri harcadığınız için
Geçmişin kaydını, geleceğin tahminini kaydetmeyip, üçün beşin hesabını yaptığınız için
Kimseden öğrenecek bir şeyiniz olmadığını zannettiğiniz, bu zannı kesin hakikat saydığınız için
Şeylere hak ettikleri değeri vermek yerine, insanları tanrı, maddeyi mana, kuralsızlığı özgürlük, kötü niyeti tedbir saydığınız için
Kötüye kötü, iyiye iyi, inanca eyvallah, şüpheye selamlar, akla saygılar, sevgiye sevgiler demediğiniz, diyemediğiniz için
Kavgayı uzlaşmaya, öfkeyi şefkate, anlayışı ön yargıya, hırçınlığı huzura tercih ettiğiniz için
İradenizi ele, sağlığınızı yeye, servetinizi sele, aşkınızı bele teslim ettiğiniz için
Eşitliğin aynılık, gücün şiddet, merhametin zaaf, sevginin düşkünlük olduğuna inandırılmaya direnmediğiniz için
Yapamadığınızın düşmanı, yapabildiğinizin aşığı olmayı müebbet mahkumu gibi kabul ettiğiniz için
Adaleti küçük çıkarlarınızın çıkarı, cömertliği başkalarının servetinin gaspı, yüce gönüllülüğü ezesiniz diye verilmiş ehliyet, cesareti pençe mesafenize girene saldırmak sandığınız için
Olduğunuzdan daha iyi olmak için yenilmek, pahasına çaba göstermek yerine olduğu gibi kalmayı marifetten saydığınız için
Oburluğu zevk, tepkiselliği cesaret, ahmaklığı iyi niyet, yoksulluğunuzu sadelik, yoksunluğunuzu saflık, eksikliğinizi sadakat diye pazarladığınız için
Hayata umursamaz, emeğe hain, iyi niyete vefasız, söze ayarsız, hisse duyarsız olduğunuz için
Velhasılı kelam bayım, örgütlü kötülüğün öznesi olduğunuz için sarı taksisiniz.
Neden mi sarı taksisiniz? Söyleyeyim:
Kendiniz dışında, üstelik türdeşleriniz de çoğunlukla bundan nasibini alıyor, hiç bir önemi ve değerinin olduğunu düşünmediğiniz için
Kendinizin de bir önemi ve değerinin olduğunu düşünmediğiniz için
Kuralları koyan olduğunuzu ama aslında kuralsızlığın krallığında ikamet ettiğiniz için
Başkasının mutluluğunu hastalıklı bir tahammülsüzlükle, tiksinilecek bir suçmuş gibi baktığınız için
Hiç mutlu olmamış insanlara özgü bir korkuyla, mutluluğu bir günaha bakar gibi imrenme ve arzuyla izleyip, sıra söze gelince yargıçların en celladı olan iki yüzlülükle dillendirdiğiniz için
Kabalığı doğallık, terbiyesizliği açık sözlülük saydığınız için
Tembellik ve boş vermişliği, umursamazlık ve hımbıllığı tevekkül gibi satmaya çalıştığınız için
Duygularınızın değerini bilmediğiniz, aklınızı kullanmadığınız, kurnazlığı zeka, çıkarcılığı iş birliği diye pazarlamaya çalıştığınız için
Yanılgılar ve yanlışlar olimpiyatı olan yaşamınızı, başka öznelerin boş galibiyetlerinin kuyruğuna takılarak anlamlandırmaya çalıştığınız için
Sizin yapamadıklarınızı başkalarının da yapamamasını dilediğiniz için
Dünya malına olan tamahkarlığınızı sahte bir gelenekçilik elbisesi altında gizlemeye çalıştığınız için
Gücünüzü kendi içinizde değil, içinde benliğinizi yitirdiğiniz kalabalığın yoğunluğunda bulduğunuz için
Para gibi harcanabilir şeyleri biriktirip, insan gibi biriktirilebilir şeyleri harcadığınız için
Geçmişin kaydını, geleceğin tahminini kaydetmeyip, üçün beşin hesabını yaptığınız için
Kimseden öğrenecek bir şeyiniz olmadığını zannettiğiniz, bu zannı kesin hakikat saydığınız için
Şeylere hak ettikleri değeri vermek yerine, insanları tanrı, maddeyi mana, kuralsızlığı özgürlük, kötü niyeti tedbir saydığınız için
Kötüye kötü, iyiye iyi, inanca eyvallah, şüpheye selamlar, akla saygılar, sevgiye sevgiler demediğiniz, diyemediğiniz için
Kavgayı uzlaşmaya, öfkeyi şefkate, anlayışı ön yargıya, hırçınlığı huzura tercih ettiğiniz için
İradenizi ele, sağlığınızı yeye, servetinizi sele, aşkınızı bele teslim ettiğiniz için
Eşitliğin aynılık, gücün şiddet, merhametin zaaf, sevginin düşkünlük olduğuna inandırılmaya direnmediğiniz için
Yapamadığınızın düşmanı, yapabildiğinizin aşığı olmayı müebbet mahkumu gibi kabul ettiğiniz için
Adaleti küçük çıkarlarınızın çıkarı, cömertliği başkalarının servetinin gaspı, yüce gönüllülüğü ezesiniz diye verilmiş ehliyet, cesareti pençe mesafenize girene saldırmak sandığınız için
Olduğunuzdan daha iyi olmak için yenilmek, pahasına çaba göstermek yerine olduğu gibi kalmayı marifetten saydığınız için
Oburluğu zevk, tepkiselliği cesaret, ahmaklığı iyi niyet, yoksulluğunuzu sadelik, yoksunluğunuzu saflık, eksikliğinizi sadakat diye pazarladığınız için
Hayata umursamaz, emeğe hain, iyi niyete vefasız, söze ayarsız, hisse duyarsız olduğunuz için
Velhasılı kelam bayım, örgütlü kötülüğün öznesi olduğunuz için sarı taksisiniz.
23 Nisan 2018 Pazartesi
"Çocukluk, bir insanın anavatanıdır" Epiktetos
Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu bir yetişkin olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır. Çünkü yurdu, yeri olmayanın huzuru, erinci, verimi, derimi olmaz. Mutlu bir çocukluk gelecekte karşılaşılacak her türlü güçlüğün karşısında esnek bir kalkan olacaktır.
Bir toplumun da en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır. Çünkü çocuklar yalnızca aile içinde büyümezler. Hanede gördükleri kadar hariçte gördüklerini de belleklerinde kayıt altına alınır. O kayıtlar onların benliğini, çocukların benliği de o toplumun gerçekliğini oluşturur.
Yapabileceğimiz yegane yetişkinlik verebileceğimizi ama aynı zamanda vermemiz gerektiği kadar vermek ve kendi yollarında ilerlerken her daim arkalarında olduğumuzu hissettirmektir.
Çocuklar anne babalarına ya da topluma değil, yalnızca hayata aittir. Çocukluğunuzun gözlerinden öperim..
11 Nisan 2018 Çarşamba
Dindar mısınız yoksa ahlaklı mı?
Başlık rahatsız edici değil mi? Sanki birisi olmak diğerini zorunlu olarak dışlaması gerekirmiş gibi bir anlam veriyor. Oysa günlük pratikte sıklıkla rastlanan bir klişenin özeti.
Klasik düşünce yapısı, Ortaçağ'dan taşıdığı düşünce geleneğiyle bize, dindarlığın aynı zamanda iyi ahlak sahibi olmayı gerektirdiği söyler. Çünkü, özellikle ve öncelikle tek tanrılı dinler aynı zamanda ahlaki öğretiler de sunarlar ki bu öğretilerin çoğu aynı zamanda din-dışı öğretiler tarafından da kabul edilir buyruklarıdır: öldürme, çalma, yalan söyleme.. Ancak tarih bize dinlerin ahlakı bir ölçüde tesis edebildiğini, bir noktadan sonra iş görmediğini göstermiştir. Hatta daha da ileri gidersek, pek çok ahlaksızlık kendisine dindarlık elbisesi altında sıcak bir beden bulmuştur diyebiliriz.
Kant'tan beri biliyoruz ki inanç ve ahlak birbirini ne gerektiren ne de dışlayan iki kategoridir. İnanç tamamen kişisel bir duygunun, bir aydınlanmanın yaşanmasıdır. Kaldı ki dinsel inanç, inancın olsa olsa bir türüdür zira kanıta ihtiyaç duymadan taşınan her bağlılık dinsel olmak zorunda değildir. Bazen din dışı öğreti ya da ideolojilere inanıldığı da olur. Üstelik bu ideolojilerin bazıları da gayet ciddi etik öğretiler önerebilirler: meslek ahlakı ya da devrimci ahlak ya da bilim ahlakı tamamen din dışı kaynaklardan beslenerek güçlenebilir.
Cami kapısında, namaz çıkışı yoldan geçen kadınların bedenlerini süzen hacı amcalar, anlı seccadeden kalkmayan ama eksik tartan mütedeyyin küçük esnaf, çocukları taciz eden Katolik Kilisesi mensubu papazlar, Müslüman komşularını kılıçtan geçiren Budist rahipler.. Örnek üstüne örnek eklemek mümkün.. Beri yandan Tehcire gönderilen Ermeni komşularının çocuklarını saklayan Müslüman komşular, ölen sokak köpeğinin başında ağlayan ateist kadın, Müslüman komşuları güvenle namaz kılsın diye cami çevresinde güvenlik çemberi oluşturan Protestan Almanlar.. Demek ki ahlak, Tanrıyla ilişkilerimizden çok kendimizle ilişkimizden kaynaklı..
İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ilkeler inançtan değil, ahlaktan gelir. İnanç ne kadar kişiselse, ahlak o kadar toplumsaldır. Bu nedenle insanları değerlendirirken inançları, inançlarına bağlılık ve tutarlılıklarından çok ahlaki edimlerini dikkate almayı öneriyorum. İnanmak, hiç kuşkusuz ki bir çok insanı, olduğundan daha iyi olmaya yöneltebilir ama iyi insan olmamız konusunda verilecek yargılar, neye inandığımızdan çok, nasıl davrandığımızla ilgili olacaktır.
Birini seçmek, diğerinden korunmamızı sağlar mı? Sağlamaz.. Ahlaklı günler dilerim..
Klasik düşünce yapısı, Ortaçağ'dan taşıdığı düşünce geleneğiyle bize, dindarlığın aynı zamanda iyi ahlak sahibi olmayı gerektirdiği söyler. Çünkü, özellikle ve öncelikle tek tanrılı dinler aynı zamanda ahlaki öğretiler de sunarlar ki bu öğretilerin çoğu aynı zamanda din-dışı öğretiler tarafından da kabul edilir buyruklarıdır: öldürme, çalma, yalan söyleme.. Ancak tarih bize dinlerin ahlakı bir ölçüde tesis edebildiğini, bir noktadan sonra iş görmediğini göstermiştir. Hatta daha da ileri gidersek, pek çok ahlaksızlık kendisine dindarlık elbisesi altında sıcak bir beden bulmuştur diyebiliriz.
Kant'tan beri biliyoruz ki inanç ve ahlak birbirini ne gerektiren ne de dışlayan iki kategoridir. İnanç tamamen kişisel bir duygunun, bir aydınlanmanın yaşanmasıdır. Kaldı ki dinsel inanç, inancın olsa olsa bir türüdür zira kanıta ihtiyaç duymadan taşınan her bağlılık dinsel olmak zorunda değildir. Bazen din dışı öğreti ya da ideolojilere inanıldığı da olur. Üstelik bu ideolojilerin bazıları da gayet ciddi etik öğretiler önerebilirler: meslek ahlakı ya da devrimci ahlak ya da bilim ahlakı tamamen din dışı kaynaklardan beslenerek güçlenebilir.
Cami kapısında, namaz çıkışı yoldan geçen kadınların bedenlerini süzen hacı amcalar, anlı seccadeden kalkmayan ama eksik tartan mütedeyyin küçük esnaf, çocukları taciz eden Katolik Kilisesi mensubu papazlar, Müslüman komşularını kılıçtan geçiren Budist rahipler.. Örnek üstüne örnek eklemek mümkün.. Beri yandan Tehcire gönderilen Ermeni komşularının çocuklarını saklayan Müslüman komşular, ölen sokak köpeğinin başında ağlayan ateist kadın, Müslüman komşuları güvenle namaz kılsın diye cami çevresinde güvenlik çemberi oluşturan Protestan Almanlar.. Demek ki ahlak, Tanrıyla ilişkilerimizden çok kendimizle ilişkimizden kaynaklı..
İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ilkeler inançtan değil, ahlaktan gelir. İnanç ne kadar kişiselse, ahlak o kadar toplumsaldır. Bu nedenle insanları değerlendirirken inançları, inançlarına bağlılık ve tutarlılıklarından çok ahlaki edimlerini dikkate almayı öneriyorum. İnanmak, hiç kuşkusuz ki bir çok insanı, olduğundan daha iyi olmaya yöneltebilir ama iyi insan olmamız konusunda verilecek yargılar, neye inandığımızdan çok, nasıl davrandığımızla ilgili olacaktır.
Birini seçmek, diğerinden korunmamızı sağlar mı? Sağlamaz.. Ahlaklı günler dilerim..
8 Mart 2018 Perşembe
Türkiye'de Kadın Olmak
Türkiye'de kadın olmak;
Yapabileceğine izin verile şeylerin yaşıtın erkeklerden daha az olduğunu daha çocukken fark etmektir.
Erkek kardeşin 3 zayıf getirdiğinde sorun olmazken, sen teşekkür aldığında 'neden taktir değil?' diye ailen tarafından hırpalanmaktır.
Cinsiyetin olan 'kadın' sözcüğünün kullanılması için bile mücadele etmektir.
Nezaket görünümlü aşağılamaları sineye çekmektir.
Kendini ıspat için aynı konumda bulunduğun erkeklere göre daha fazla çaba göstermek zorunda olmaktır.
Toplu taşımada dizlerini toplamaktır.
Trafikte sırf cinsiyetinden dolayı kötü sürücü olduğun ön yargısına karşı otomobil kullanmaktır.
Bekarsan müsait, evliysen dikkatli olmaktır.
Hayattaki görevinin, bir erkeğin malıyken, evlilik aracılığıyla bir başka erkeğin malı olmaya gitmek olduğunu söyleyen başka kadınlara karşı mücadele etmektir.
Mutlaka evli olmak, evliysen çocuklu olmak, çocukluysan en az iki çocuklu olmaktır.
Evli değilsen 'sorunlu', çocuklu değilsen 'arızalı' olmaktır.
Anne değilsen değersiz, bekar anneysen tehlikeli olmaktır.
'Ana', 'bacı' ve 'Allah'ın erkeklere emaneti' değilsen, 'yollu' olmaktır.
Giyim kuşam satın alırken, konuşurken, yazarken farkına varmadan kendi kendini sansürlemektir.
Hemcinslerinin yarısının çalışmadığı bir sosyal hayatı göğüslemeye çalışmaktır.
Sana durmaksızın zayıf olduğunu söyleyenlere, öyle olmadığını bilmene rağmen ses edememektir.
Kendini erkeklerin irade, keyfiyet ve vicdanına kontrolsüzce bırakmayı sevgi, almaksızın vermeyi marifet sanmaktır.
Erkek şiddetini koruma ve şefkat sanmaktır.
Zengin koca beklemek, ayağı üzerinde durmak yerine sırtını bir erkeğe dayamadan yaşamayı ummaktır.
Verilmiş, yüklenen rolleri sorgulamadan kabul etmek, sorgulayan hemcinsini boyun eğmeye zorlamaktır.
Prenses olmayı, savaşçı olmaya yeğelemeyi zerafet sanmaktır.
Mizah adı altında 'dırdırcı' 'at gibi', 'genel verici' gibi ifadelerle hakarete uğramaktır.
Fazla olduğunu bilip aza razı olmaktır.
Velhasıl-ı kelam, adı var kendi var olmamaktır.
Yapabileceğine izin verile şeylerin yaşıtın erkeklerden daha az olduğunu daha çocukken fark etmektir.
Erkek kardeşin 3 zayıf getirdiğinde sorun olmazken, sen teşekkür aldığında 'neden taktir değil?' diye ailen tarafından hırpalanmaktır.
Cinsiyetin olan 'kadın' sözcüğünün kullanılması için bile mücadele etmektir.
Nezaket görünümlü aşağılamaları sineye çekmektir.
Kendini ıspat için aynı konumda bulunduğun erkeklere göre daha fazla çaba göstermek zorunda olmaktır.
Toplu taşımada dizlerini toplamaktır.
Trafikte sırf cinsiyetinden dolayı kötü sürücü olduğun ön yargısına karşı otomobil kullanmaktır.
Bekarsan müsait, evliysen dikkatli olmaktır.
Hayattaki görevinin, bir erkeğin malıyken, evlilik aracılığıyla bir başka erkeğin malı olmaya gitmek olduğunu söyleyen başka kadınlara karşı mücadele etmektir.
Mutlaka evli olmak, evliysen çocuklu olmak, çocukluysan en az iki çocuklu olmaktır.
Evli değilsen 'sorunlu', çocuklu değilsen 'arızalı' olmaktır.
Anne değilsen değersiz, bekar anneysen tehlikeli olmaktır.
'Ana', 'bacı' ve 'Allah'ın erkeklere emaneti' değilsen, 'yollu' olmaktır.
Giyim kuşam satın alırken, konuşurken, yazarken farkına varmadan kendi kendini sansürlemektir.
Hemcinslerinin yarısının çalışmadığı bir sosyal hayatı göğüslemeye çalışmaktır.
Sana durmaksızın zayıf olduğunu söyleyenlere, öyle olmadığını bilmene rağmen ses edememektir.
Kendini erkeklerin irade, keyfiyet ve vicdanına kontrolsüzce bırakmayı sevgi, almaksızın vermeyi marifet sanmaktır.
Erkek şiddetini koruma ve şefkat sanmaktır.
Zengin koca beklemek, ayağı üzerinde durmak yerine sırtını bir erkeğe dayamadan yaşamayı ummaktır.
Verilmiş, yüklenen rolleri sorgulamadan kabul etmek, sorgulayan hemcinsini boyun eğmeye zorlamaktır.
Prenses olmayı, savaşçı olmaya yeğelemeyi zerafet sanmaktır.
Mizah adı altında 'dırdırcı' 'at gibi', 'genel verici' gibi ifadelerle hakarete uğramaktır.
Fazla olduğunu bilip aza razı olmaktır.
Velhasıl-ı kelam, adı var kendi var olmamaktır.
28 Şubat 2018 Çarşamba
Doğa zorunluluklar alanıdır, sen seçtiğini sanırsın..
Insanlar paket programıdır; bir tarafını sevdiğiniz bir insanın sevmediğiniz bir yönü de onunla birlikte gelir; sevilen yönler sevilmeyen taraflardan beslenir.
Bir küpün üst yüzeyini isteyince, alttaki yüzeyini de seçmiş olursun; üstünü istediğin bir şeyi için 'altı kalsın' diyemezsin.
Sağı olan bir şeyin, zorunlu olarak solu da vardırvardırvardır; yön karşıtıyla tarif edilir.
Paranın yazı tarafı, tura da var olduğu için ihtimaldir; ihtimal, sınırlar içinde başka türlü de olma imkanıdır.
Her şey olması gerektiği gibi olur, gönlümüzce değil.
Bir küpün üst yüzeyini isteyince, alttaki yüzeyini de seçmiş olursun; üstünü istediğin bir şeyi için 'altı kalsın' diyemezsin.
Sağı olan bir şeyin, zorunlu olarak solu da vardırvardırvardır; yön karşıtıyla tarif edilir.
Paranın yazı tarafı, tura da var olduğu için ihtimaldir; ihtimal, sınırlar içinde başka türlü de olma imkanıdır.
Her şey olması gerektiği gibi olur, gönlümüzce değil.
24 Şubat 2018 Cumartesi
Şeker Fabrikaları da o kadar şeker olmasaymış.
Çocuktum, televizyonda darbe yapıp memleketi terörden temizlediği için herkesin "Allah razı olsun" dediği Kenan Evren, Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Atatürk özentisiyle çıktığı yurt gezilerinden birinde, meydandaki kalabalığa devletin görevinin ayakkabı yapmak, balıkçılık yapmak, süt satmak, kumaş dokumak olmadığını söylüyordu.
Çocuk kulağıma nedense mantıklı gelmedi; devlet bunları yapmazsa, devletin işi nedir diye düşündüm, bulamadım. Neyse ki okuma yazma biliyordum ve babamın bakkal dükkanına gelen gündelik gazetelere ulaşma imkanım vardı. O zamanlar memlekette, askeri rejimin baskısına rağmen yazan gazeteciler vardı ve özelleştirmelere bazı açılardan karşı çıkılması gerektiğini yazan makaleler kaleme almışlardı. O zaman anladım ki bizimki gibi memleketlerde devlet tiksintiyle anlatılan ayakkabı, kumaş, et, süt üretimi yapmakla kalmamalı, üstüne çok daha fazlasını yapmalıydı. Çünkü biz o çok özenilen liberal/ kapitalist ülkelere benzemeyen bir sosyal gerçekliğe sahiptik. Şeker, demir-çelik, cam, basma, ayakkabı fabrikaları, madenler, elektrik santalleri, tersaneler, limanlar yalnızca iş gücü yaratmakla kalmayıp, bulundukları coğrafyada sosyal bir dönüşüm de sağlardı. Lojmanlar, okullar, sportif ve kültürel tesisler sadece kurum çalışanlarına yarar sağlamakla kalmaz, civarda yaşayan yerli halka da yeni ufuklar açardı.
Yapılan ilk serbest (!) seçimlerle iktidara gelen Turgut Özal hükümetinin ilk icraatları özelleştirme oldu; köprüleri, barajları, limanları, ne buldularsa sattılar. 24 Ocak Kararları diye bilinen ekonomik felaketimizin uygulanması, halkın oylarıyla kabul edilerek yürürlüğe girdi. Sonraki iktidarlar da katlanan bir iştahla ne buldularsa satmaya devam etti.
Darbenin üzerinden 38, ilk özelleştirme uygulamalarının başlamasının üzerinden 35 sene geçti. Sosyal medyada hala köy okullarına kırtasiye giyim ve ayakkabı yardımı kampanyaları düzenleniyor. Elini evladının meteor damına diklemesine konan roket yaptığı çağda, senin çocuklarının ayağında ayakkabı yoksa, devlet ayakkabı üretmelidir. Elin evladının laboratuvarda yapay kan ürettiği dünyada, senin çocukları açlıktan ölüyorsa devlet şeker, et, süt üretmelidir. Elin evladının topraksız tarım yapmaya başladığı çağda senin çocukların sobalı okullarda titreyerek eğitim görüyorsa, devlet kömür çıkarmalıdır.
Büyük devlet, kalabalığın boş gürültüsünün şiddetiyle değil, eşitsizliğe maruz kalan yurttaşına ulaştığı kadarıyla büyüktür.
Çocuk kulağıma nedense mantıklı gelmedi; devlet bunları yapmazsa, devletin işi nedir diye düşündüm, bulamadım. Neyse ki okuma yazma biliyordum ve babamın bakkal dükkanına gelen gündelik gazetelere ulaşma imkanım vardı. O zamanlar memlekette, askeri rejimin baskısına rağmen yazan gazeteciler vardı ve özelleştirmelere bazı açılardan karşı çıkılması gerektiğini yazan makaleler kaleme almışlardı. O zaman anladım ki bizimki gibi memleketlerde devlet tiksintiyle anlatılan ayakkabı, kumaş, et, süt üretimi yapmakla kalmamalı, üstüne çok daha fazlasını yapmalıydı. Çünkü biz o çok özenilen liberal/ kapitalist ülkelere benzemeyen bir sosyal gerçekliğe sahiptik. Şeker, demir-çelik, cam, basma, ayakkabı fabrikaları, madenler, elektrik santalleri, tersaneler, limanlar yalnızca iş gücü yaratmakla kalmayıp, bulundukları coğrafyada sosyal bir dönüşüm de sağlardı. Lojmanlar, okullar, sportif ve kültürel tesisler sadece kurum çalışanlarına yarar sağlamakla kalmaz, civarda yaşayan yerli halka da yeni ufuklar açardı.
Yapılan ilk serbest (!) seçimlerle iktidara gelen Turgut Özal hükümetinin ilk icraatları özelleştirme oldu; köprüleri, barajları, limanları, ne buldularsa sattılar. 24 Ocak Kararları diye bilinen ekonomik felaketimizin uygulanması, halkın oylarıyla kabul edilerek yürürlüğe girdi. Sonraki iktidarlar da katlanan bir iştahla ne buldularsa satmaya devam etti.
Darbenin üzerinden 38, ilk özelleştirme uygulamalarının başlamasının üzerinden 35 sene geçti. Sosyal medyada hala köy okullarına kırtasiye giyim ve ayakkabı yardımı kampanyaları düzenleniyor. Elini evladının meteor damına diklemesine konan roket yaptığı çağda, senin çocuklarının ayağında ayakkabı yoksa, devlet ayakkabı üretmelidir. Elin evladının laboratuvarda yapay kan ürettiği dünyada, senin çocukları açlıktan ölüyorsa devlet şeker, et, süt üretmelidir. Elin evladının topraksız tarım yapmaya başladığı çağda senin çocukların sobalı okullarda titreyerek eğitim görüyorsa, devlet kömür çıkarmalıdır.
Büyük devlet, kalabalığın boş gürültüsünün şiddetiyle değil, eşitsizliğe maruz kalan yurttaşına ulaştığı kadarıyla büyüktür.
22 Şubat 2018 Perşembe
Zina ve istismar neden aynı torbaya girmez? İstismar, tecavüz, taciz, iktidar ve daha bir sürü kafa karışıklığı üzerine..
İnsanlar kavramlarla düşünür ve kavramlar zihnimizde bulunan
nesnelere verdiğimiz ortak adlardır. İletişimin gizil öncülü, kavramların tüm özneler
tarafından aynı biçimde anlaşıldığı varsayımıdır. Bu nedenle yazılı ya da sözlü
ifadelerde kullanılan kavramların anlamlarının baştan açık ve seçik olarak
tanımlanması, düşünce ve bilgi akışının “upuygun” olması açısından büyük bir
önem taşır.
TDK sözlüğü zina’yı, “evli bir erkek ya da kadının,
eşinden başka biriyle kendi isteğiyle kurduğu cinsel ilişki” olarak
tanımlamaktadır. Aynı sözlük istismar kavramını “1. birinin iyi niyetini kötüye
kullanma. 2. sömürme” olarak tanımlamıştır. Taciz sözcüğü de Arapça
acz, çaresizlik kökünden gelir ve “canını sıkma, tedirgin etme, rahatsızlık
verme” anlamını taşımaktadır. Demek ki zina ile istismar ve taciz, aynı
kategoride değerlendirilmesi mümkün olmayan ciddi kavramsal ayrımlara sahiptir.
Medeni ilkeler ve insanlık onuru konusunda Gobi çölünü
aratmayan, muhafazakarlık ve gelenekselcilikle -sanki bir marifetmiş gibi övünen-
toplumumuz, içinde bulunduğumuz Batı Asya-Doğu Akdeniz coğrafyasına layık pozisyonunu
gittikçe sağlamlamaktadır. Kısa adı İMDAT olan Şiddeti Önleme ve Rehabilitasyon
Derneğinin adli tıp verilerinden elde ettiği sonuçları yayınladığı 2016 yılı raporu,
son 10 yılda çocuklara yönelik taciz/istismar/tecavüz davalarında %700’lük bir
artış olduğunu, daha açık ifade edilecek olursa son 10 yılda 7 kat arttığını
gösteriyor. İşin bir diğer acı yanı, taciz suçlamalarının aynı zamanda büyük
ölçüde ensest olayları olması yani çocukların genellikle aile içinde 1. Ve 2. Derece
akrabalar ve hemen ardından da başta öğretmenler ve din görevlileri gibi
çocuklarla doğrudan ilişki içinde olan yakınlara yöneltilmiş olması. Bunların
sadece adli düzleme yansımış olaylar olduğunu, gerçeğin bundan çok daha fazla
olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Konuyu dağıtma riskini göze almamak için,
kadına yönelik şiddetin de benzer boyutları olduğuna sadece değinip geçmekle
yetiniyorum. Demek ki neymiş? Muhafazakarlaşmanın artması, o çok övündüğümüz
Türk aile yapısını korumamakta, aksine çocuklar en çok güvenmeleri gereken
kimseler olan aile bireyleri ve öğretmenlerinin saldırısına açık hale
gelmişlerdir.
Lafı dolaştırmadan, ortadan, sosyal medya üzerinde arada
bir köpürtülen “çocuk tacizcilerine ya da tecavüzcülere idam isterük” kampanyalarının
samimiyetten uzak olduğunu saplamak isterim. Siyasal iktidarlar,
böylesi hassas konulardaki idam taleplerini seçimler öncesinde bilerek ve
isteyerek köpürtür, bundan da oy devşirmeye çalışırlar. O idam yasaları asla
çıkmaz, bir başka seçim öncesinde yeniden ısıtılmak üzere rafa konurlar. İyi ki
de olmaz zira duygularıyla hareket eden ahmak halklar bilmezler ki idamın
uygulandığı bu ülkelerin çoğunda, tecavüzcüler ya da tacizciler değil, “kuyruk
salladıkları için” mağdurlar idam edilmektedir. Kaldı ki idamın yasal olduğu ve bizim
de büyük bir gayretkeşlikle dahil olmaya çalıştığımız 3. Dünya
ülkeleri, aynı zamanda çocuk ve kadına yönelik erkek şiddetinin de en yoğun
yaşandığı coğrafyalardır. Buna karşılık idamı yasalarından çıkartmış müreffeh
Batı toplumları, kadın ve çocuğa yönelik erkek şiddetinin de -bitmesi asla
mümkün değildir ama- en az yaşandığı toplumlardır. Demek ki mesele sahip olunan
dini inançlar, muhafazakâr ahlak kuralları ya da idamın mevcudiyeti ile değil,
parçası olduğunuz toplumun benimsediği hukuksal değerler, bireysel ahlak ve
belli ölçüde de ekonomik güçle ilgilidir.
Tüm bu hengâme içinde ortaya atılan zina konusunun
nereden çıktığı meselesine gelince, sürekli övünülen “yaşam biçimine karışmama”
ilkesinin bir başka şık tezahürü olarak, gündem değiştirme manevrasının
zorunluluğundan ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebilirim. Popülist
iktidarların başarısı, sorun çözmek değil, gündemi maniple etme başarısından
yatmaktadır; gelsin oylar. Baştaki tanımda erdiğim gibi, zina yetişkinler, yani
akli yetileri yaptığı eylemi fark etmesine yeten insanlar arasından
yaşanıyorsa, bu olsa olsa bir ihanet yani ahlak meselesidir ve çiftlerin
kişisel alanında kalmalıdır. Kaldı ki bir boşanma nedeni olacaksa, hukuk,
mağdur tarafın tazminat almasına imkân tanımaktadır. Oysa çocuklara yönelik
taciz ya da istismar olayları eşitler arasında etik bir seçim değil, bir
tarafın açıkça mağdur olduğu bir kötülük halidir. “Küçüğü rızası” ifadesi tam bir
skandaldır ve bu skandala ortak olan herkes, en az istismarcı kadar suçludur. Rıza
bir eşitlik gerektirir oysa bir çocuğun kendisi üzerinde açıkça gücü olan bir
yetişkine karşı rızasının olması söz konusu değildir.
O zaman neden bu hassasiyet kaşınmış, neden zina ve
istismar gibi sanki cinsellikmiş gibi görünen ama aslında birisi açıkça öyle
olmayan iki kavram birbirine eşlenerek birlikte anılmıştır? Mesele iktidarın
varlık sebebi, kendini var etme koşullarını sertleştirerek konumunu koruma
ihtiyacıdır. Zina cinsellikle ilgilidir oysa tecavüz, taciz ya da istismar cinsellik değil hakimiyetle yani mülkiyetle ilgilidir. Hemen belirtmeliyim ki burada iktidardan kastım şu ya da bu siyasi
parti değil, onları da egemenliği altında bulunduran, belirleyen ve yönlendiren
yönetme arzusudur. Sanılıyorsa ki “sol” bir parti yönetime gelse bu işler
azalacak, sanılmasın. Zira bizde sol da sol değildir; sol, sağ değerlerin sola
yatık yaldızlı harflerle yazılmış halinden ibarettir. Mesela “kızlı-erkekli
aynı evde kalıyorlar” tartışmasında nedense kentli, üst-orta sınıf, ulusalcı-
Atatürkçü olmakla övünen eğitimli aileler pek de itiraz etmemişlerdi.
Burada kastedilen iktidar, erkek iktidarıdır ve bu iktidarın neredeyse
yarısı da kadınlar tarafından şekillenmektedir. Nereden biliyoruz? Erkeğin
kadın -ve tabii çocuk- üzerindeki iktidarını destekleyen eril dilin, eril eylemlerin kadınlar
tarafından da desteklendiği örneklerden biliyoruz: kendisinden boşanmak isteyen
ağabeyi tarafından katledilen kadının davasında, kocanın kız kardeşi “aslan
ağabeyim, arkandayız!” diye bağırmış, yengesinin “namus” adına katledilmiş
olmasını, bir kadın olarak kutsamıştı.
Kadına ve çocuğa yönelik şiddet, istismar, taciz ve
tecavüz olayları idamla çözülemez dememin sebebi de bu çözümlememle ilgilidir.
Asıl yapılması gereken, bu olayların katlanarak artmasına neden olan zihinsel,
hukuksal, toplumsal ve ekonomik iklimin koşullarının dönüştürülmesidir. Bu da siyasal
iktidar önderliğinde, muhalefeti de dahil ederek, toplumun rasyonel bileşenlerinin
-hukuk, eğitim, sağlık- ve belki biraz da ama çok değil biraz duygusal
bileşenlerinin iş birliğinden geçmektedir. Ancak anlaşılan o ki ne mevcut
siyasal yapının ne de toplumun rasyonel bileşenlerinin böyle bir niyeti yoktur.
Çünkü mesela Ensar Vakfı Karaman ya da Aladağ yurt yangını ya da Pozantı
Cezaevi olaylarıyla yüzleşmemiş bir iktidarın söyleyeceği pek fazla samimi
cümle yoktur. Önce üstlerine sıçramış kan ve isi temizlemeleri gerekmektedir.
Haaaa, bir de toplumda ciddi bir sayı oluşturan ve çoğu muhafazakâr
partilerin seçmeni olan birden fazla “eşi” olan erkekler konusu var ki, zina
yasağının daha torbadan çıkmadan elde patlamasına neden olacaktır. Onlar da
zinacı mıdır? Öyleyse çapkınlar sık sık bir imam önünde ellerini kavuşturarak
sorunu çözebileceklerdir, kendinizi serin tutun.
Ez cümle Orta Dünya Halkları, çocuklar ve kadınların
erkeklerin malı, mülkü olduğunu düşünülmesine, bu nedenle de gücü elinde bulunduran erkeklerin
kadınlar ve çocuklara canlarının istediğini yapabileceğine inanılmasına neden
olan bataklığın kurutulması gerekmektedir. Bu sadece kadınlar ve çocukların
işine yaramayacak, ereklerin kendilerine biçilmiş sahte rolleri oynamak zorunda
kalmak yerine gerçek güçlerini gerçek işler için kullanmalarına imkân
verecektir. Erkeğin dahil olmadığı bir kadın ve çocuk hareketinin yürümeyeceği
gibi, kadın ve çocukların idam çözümlerle korunmaya (!) çalışıldığı bir süreç
de şiddet sarmalını dolaştırmaktan başka işe yaramayacaktır.
28 Ocak 2018 Pazar
Kıskanıyorum
Bir zaman,
Avustralya Başbakanı, "Yeni Zelanda'da 20 milyon koyun var, 5 milyonu kendisini insan zannediyor" şeklinde bir demeç vermiş.
Altta kalmayan Yeni Zelanda Başbakanı da "Yeni Zelanda'dan Avustralya'ya giden her göçmen, her iki ülkenin de zekâ ortalamasının yükselmesini sağlıyor" demiş.
Ben de böyle siyasetçiler istiyorum arkadaş!
Bizimkiler ya azarlıyor, ya hakaret ediyor ya da ağlıyor.
Avustralya Başbakanı, "Yeni Zelanda'da 20 milyon koyun var, 5 milyonu kendisini insan zannediyor" şeklinde bir demeç vermiş.
Altta kalmayan Yeni Zelanda Başbakanı da "Yeni Zelanda'dan Avustralya'ya giden her göçmen, her iki ülkenin de zekâ ortalamasının yükselmesini sağlıyor" demiş.
Ben de böyle siyasetçiler istiyorum arkadaş!
Bizimkiler ya azarlıyor, ya hakaret ediyor ya da ağlıyor.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


