5 Aralık 2019 Perşembe

Türkiye'de kadın olmak; avcılarını avlamak zorunda kalan av olmaktır.

Bu ülkede kadın olmak;
çocukken baba ya da ağabeyin, yetişkinlikte sevgili ya da nişanlı ya da kocanın, yaşlılıkta erkek evladın uzantısı sayılmaktır; bedenine sahip çıkamamaktır;
evdeki ağabeyin kendinden daha değerli olduğunu gizliden bir acıyla bilerek yaşamaktır;
anne-babanın gözdesi olabilmek için erkek kardeşinden iki katı fazla ders çalışmaktır;
okulda sıra arkadaşın olan çocuktan nedenini bilmesen de sakınaman gerektiğini düşünerek büyümektir;
sırf erkek olduğu için eşitin erkek meslektaşının senin önüne geçmesini izlemektir;
gece sokakta yalnız yürümek zorunda kalınca bir güvercin tedirginliği yaşamaktır;
durup dururken eteğini düzeltmek, yakanı toparlamak, gülümsememek, tanımadığın bir erkekle göz göze gelmemek gerektiğini bilmek ama bunları yaptığında da 'kezban'lıkla suçlanmaktır;
toplu taşımda, okulda, iş yerinde, plajda, parkta, sokakta yani kamusal olan her yerde kendini korumaya alan refleksler geliştirmiş olmaktır;
seni seven erkeklerin günün birinde en acımasız düşmanın hatta katilin olabileceği korkusunu ruhunun en derininde yaşamaktır; siyasetçilerin her şey olup biterken sessiz destekçiler olduğunu ama sonrasında olayın takipçisi olacakları yalanını küfür ede ede dinlemektir;
Allah'ın erkeklere emaneti olduğun yalanıyla kendini kandırmaktır; seçme ve seçilme hakkını bedavadan edindiğin için bunu kadın hakları zaferi sanmaktır; ennihayetinde katledilmiş başka bir hemcinsin için destek verdiğin #...içinadalet etiketinin senin için de günün birinde açılacağı korkusuyla yaşamaktır.

12 Kasım 2019 Salı

Bir retorik üstümüze çökerken..

Bugün gencecik bir sözleşmeli öğretmenin, "hayatınız pamuk ipliğine bağlı sözünü duymaktan yoruldum" diyerek, amirlerinin uyguladığı baskıya dayanamadığı için intihar ettiğini öğrendim. Bu hafta basına yansıyan ikinci intihar olayıydı. Diğeri aylardır işsiz bir babanın intiharıydı. Geçen hafta içinde de aile bireylerini öldürüp intihar eden insan haberleri okudum. İnsanlar haysiyetleriyle yaşama imkanını ve en önemlisi de umutlarını kaybedince en ağır seçimi yapıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, intihar güzellemesi yapmıyorum. Ancak bu yola tevessül etmişlere "Allah'ın verdiğini Allah alır" diyerek akıl verilmesini de anlamlı bulmuyorum.
Beri yandan kendisini Robin Hood olarak tanıtan bir adamın kenar mahallelerde bakkalları gezip borcu olan ailelerin borçlarını kapattığını da okudum.
Sistemin gelip dayandığı nokta, sistemin kaynağı olan "kutsal" ailenin parçalanması ve yok olması. Bu yok oluş Robin Hoodlarla önlenebilir mi? Sanmam. İyilik yapmayı istemek ve buna gücü yetmek her zaman bir arada olmaz çünkü.
20 yıllık bir retorik çökerken tam da üstümüze çöküyor. Çökmesin mi? Çöksün. Ben altında kalmaya razıyım, yeter ki o enkazdan yıkılan retoriğin tozu dumanı yeni retoriğin harcına karılmasın.

26 Eylül 2019 Perşembe

Sokrates'in Karısı'nın Savunmasıdır


Aşağıdaki satırlar Felsefe Grubu öğretmeni olarak görev yaptığım okulda hakkımda yapılmış olan bitmek tükenmek bilmeyen öğrenci şikayetleri (!) sonucunda hakkımda açılmış soruşturma kapsamında okula gelen Maarif Müfettişlerine görüşme odasında verdiğim ifadenin bir kopyasıdır. Bazı yerleri tahmin edilebilecek güvenlik sebepleriyle kırptım ya da karaladım ama yanlışları düzeltmedim. Esasen teftiş hakkımda ceza isteminde bulunmadı ama buna rağmen o dönemdeki kifayetsiz muhterisin birinin kişisel hırs ve çıkarlarından kaynaklandığını düşündüğüm gayretkeşliği sayesinde hakkımda davalar açıldı. Aylar sonra hepsinden beraat ederek aklandığım mahkeme için tekrar okumam gerekince, kendimi kibirli buldum ama olsun. O kibirdir ki haksız ve dayanaksız suçlamalar karşısında, avukatlarımın da desteğiyle tek celsede beraat almamı sağladı.

Buyurun, başlayayım:
"... davet edilmesine esas konu kendisine anlatılıp bu konuda açıklamalarının istenileceği ve bu konuda açıklama yapmasına engel bir durum olup olmadığı, açıklama yapmasına engel bir durum olup olmadığı sorulduğunda; açıklama yapmasına engel bir durum olmadığını ve özgür iradesiyle açıklama yapmak istediğini belirtmesi üzerine konularla ilgili olarak sorulduğunda cevap olarak: "ben yaklaşık sekiz yıldır bu okulda Felsefe Grubu öğretmeni olarak görev yapıyorum. Tweetter sosyal medya üzerinde --------------------- adresi ile ve Fecebook paylaşım sitesinde ------- -------- ismiyle açılmış hesaplar şahsıma aittir. Benim tarafımdan kullanılmaktadır. Bildiğim kadarıyla başkası tarafından ekleme yapılmadı (sanırım hack'leme). Başkası tarafından kullanılmadı. Suçlamalara neden olan inceleme olurları üzerinde bulunan ve bana görsellerini yani ekran çıktılarını gösterdiğiniz bu paylaşımları ben kendim yaptım. Sosyal medya prensip olarak kullanıcısının açık ya da "MAHLAS" kimliği ile paylaşımlar yaptığı ve sanal cemaatin herkese açık paylaşımları arzusuna göre takip ettiği ya da etmediği bir dünyadır. Ayakkabı numarası zekâ bölümünden büyük olan ve muhtemelen ilk çocukluk evresinde yeterince anne sütü almayıp sonraki yaşamında da karbonhidrat ağırlıklı beslendiği için protein tüketimi gerektiren bilişsel işlevlerini yeterince yerine getirmediğini tahmin ettiğim bir kısım sosyal medya kullanıcısının tarafıma yöneltmiş olduğu bütün suçlamaları reddediyorum. Sosyal medya, açıkça suç işlemediğiniz sürece açıkça kullanabileceğiniz ve Anayasamızda ifade özgürlüğü kapsamında güvence altına alınmış bir alandır. Paylaşımlarımda hiçbirinde şikayetçi ya da şikayetçilerin iddia etmiş olduğu gibi suç, aşağılama, küçük düşürme, hakaret gibi kasıtlarla girişimlerde bulunulmamıştır. Paylaşımlarım, belli bir zekanın üstünde bir mizah anlayışı, algılama kapasitesi, okuduğunu anlama becerisi, eleştirel ve sorgulayıcı düşünme gerektiren, ince ve rafine bir bakış açısıyla oluşturulmuştur. Bunu anlayacak idrak ve istidattan yoksun olduğunu tahmin ettiğim, hayatım boyunca aksi için uğraştığım, ifadelerin kısıtlanması, düşüncelerin boyunduruk altına alınması, tehdit hatta tedhiş içerdiğine inandığım şikayetçilerin görüşlerinin hakkımda yapmış oldukları şikayetleri temel evrensel insan hakları, bu haklar içinde lafzını bulan düşünme ve düşündüklerini diğer insanlarla paylaşma kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini anlamadığı aşikardır. Birbirimizle aynı şeyleri düşünmek, aynı şeylere inanmak, aynı felsefi, dini, ideolojik inançları paylaşmak mecburiyetinde değiliz. Hatta aksine birbirimizle çelişen, çatışan fikirlerimizin olması hem hayatımı adadığım felsefi değerler, meslek ahlakı ve insanlıkla ilgili inanışımın bir parçası hem de icra etmekte olduğum mesleğin öğrencilere kazandırması gereken eleştirici ve sorgulayıcı bakış açısının bir yönelimidir. Bir felsefe öğretmeni felsefe yaptığı için değil olsa olsa felsefe yapmadığı için suçlanabilir. Tarafıma yöneltilmiş suçlama işimi yapmadığım için değil aksine işimi yapmamdan kaynaklanan boş, absürt, mesnetsiz iddialardır. Dünyanın çeşitlilik, çok seslilik, çok kültürlülük doğrultusunda ilerlediği, internetin kullanımı ile farklı sesler, yorumlar ve renklerin birbirine üstünlük kurmak, birbirinin yerine geçmek yerine birlikte yaşamayı, farklılıkları paylaşmayı seçtiği 21. Yüzyılda insanların hoşlanmadıkları, doğru bulmadıkları, inanmadıkları şeylerden dolayı suçlanabiliyor olması tam anlamıyla bir skandaldır. Millî Eğitim Bakanlığı’nın tanımlamış olduğu görev ve yetkilerin önemli bir bölümü, öğrencilerimize, adaletli, hakkaniyetli, demokratik değerlere ve insan haklarına saygılı ve Atatürk ilkelerine bağlı, Anayasa’nın ilk dört maddesinde lafzını bulan Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti ilkelerine bağlı dürüst yurttaşlar yetiştirmenin önemine göndermede bulunur. Bu yurttaş tipi sorgulayan, eleştiren, söylenmek erine söyleyen, tehdit etmek yerine karşı fikir üretebilen, dogmalardan uzak, kendine güvenen, erdemli ve açık kimlikli, birisidir. 18 yıllık meslek hayatım boyunca bu özelliklere haiz bireyler yetiştirmek amacıyla yalnızca ders anlatmakla yetinmeyip aynı zamanda iyi bir rol model olarak davranmaya çalıştım. Bu amaçla da kendimi sadece sınıf ve okul ortamıyla kısıtlamayıp hem öğrencilerimle hem de tanıdığım başka insanların benimle buluşabilecekleri her türü gerçek ve sanal ortamı büyük bir zevkle ve iştahla kullandım. Şunu açıkça beyan etmek isterim ki derslerimde ve özel hayatımda oynadığım rolleri aynı cesaret, merak ve heyecanla oyamaya devam edeceğim. Yok etmek için uğraştığımız cehalet, örgütlü kötülük, budalalık ve kötü niyetin öğretmenlik anlayışım, yaşam felsefem, tutum, davranış ve duygularımı denetim altına almaya çalıştığı her türlü girişimi şiddetle reddetmeye devam edeceğim. Eğitimli, bilgili, erdemli, akılcı ve açık sözlü insanlar, hakkımda şikâyette bulunanlar gibi cahil, kişilik gelişimini tamamlayamamış, dogmatik ve yoz insanlardan çekinmek yerine, onlara karşı doğruyu, adil olanı olabildiğince cesur olmalıdır. Hele ki biz öğretmenler, başkalarının cehaleti rahat etsin diye değil, aksine cehaletlerinden kurtulsunlar diye yeri geldiğinde rahatsız edici, kafa karıştırıcı ve huzursuzluk yaratıcı roller üstlenmelidir. Zira insanların huzurunu kaçırmadan onların düşünmesini, eleştirmesini ve hatta gülmesini sağlamak mümkün değildir. Aptal insanlar dünyanın her yerinde her döneminde insanlığın tüm ilerlemesine rağmen var olmaya devam edecektir. Ancak bu cesareti kıran bir umutsuzluk yerine çok daha büyük bir arzu ve şevkle üzerimize çöken karanlığı aydınlatmak konusunda bir motivasyon kaynağı olmalıdır. Bir toplum bireyleri türdeş olduğunda tehlike altına girer. Herkesin aynı yöne çektiği bir gemi batar. Herkesin istisnasız aynı olduğu bir toplum ilerleyemez, gelişemez, demokratik haklarını kullanamaz, yozlaşır ve dağılır. Bütün bir bilim ve felsefe tarihi göstermiştir ki hakikatin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Teslim olmamız gereken yegâne ilke insan aklıdır. Bunun dışındaki insani özellikler, farklılıklarımız, çeşitliliklerimiz, zenginliklerimizdir. Ancak bizi asgari müşterekte değil farklılıkta bir araya getirirler. Sarf edilen bu çabaların mesleğinde kendini kanıtlamış bir öğretmen, sahip olduğu fikir, inanç ve tutumların takipçisi olan bir birey ve etrafındaki insanlara rol model olmayı amaçlayan bir kadın olarak, tarafıma yönelik aşağılık, bayağı ve sakil bir mobbing girişiminin ucuz bir parçası olduğunu düşünüyorum. Hakkımda yöneltilmiş bütün suçlamaları yukarıda ifade etmiş olduğum profesyonel, felsefi ve etik gerekçelerle reddediyorum” dedi. Yazılan ifadesi kendisine okutuldu….


21 Ağustos 2019 Çarşamba

Ocağımıza dikilen incir ağaçlarından başka ağacımız olmayana kadar!

Necip halkımız her zamanki gibi orman yangınları ve siyanürle altın arama konularında son derece duyarlı, son derece tatlış bir heyecanla/hezeyanla daha yangınların soğutma çalışmaları başlamadan ağaçlandırma seferberliğine başlayıp change.org'da imza kampanyası açmış. -çevre duyarlılığı ve hayvan hakları gibi konular nispeten daha apolitik alanlardır. Dolayısıyla iktidara karşı gelmiyormuş gibi iktidara karşı gelmeye, siyanüre, radyasyona dokunmadan muhaliflik yapmaya imkân verir. Muahlifliğin en yeşil tonudur ki sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.-

Lakin necip halkımızın çoğunlukla düştüğü akıl yerine duyguyla düşünmek, eyleme geçmeden önce bir bilene danışmak yerine zaten sosyal medya sayesinde her şeyi biliyor olmak hastalığı bir kere daha kendisini gösterdi. Mesela yangın alanları, bilhassa da ağırlıklı olarak kızıl çam gibi ağaçlardan oluşan orman alanları 5 yıl boyunca koruma altına alınıp müdahale edilmediğinde kendini yeniliyor. Yani doğa, insan müdahalesine gerek kalmadan kendisini yeniliyor. Çünkü orman denen yaşam formu sadece ağaçların yan yana gelmesinden ibaret değil; ağacın dalındaki kuştan içini kemiren kurda, kökündeki mantardan kovuğundaki sincaba kadar uzanan geniş bir evrendir. Siz yapay bir ağaçlandırma seferberliği düzenlediğinizde genellikle homojen bir bitki örtüsünü döşeyip gidersiniz ama bu yapay fidan örtüsü çoğunlukla verimli olmaz. Nereden mi biliyorum? Katıldığım bir sürü ağaçlandırma çalışmasından sonra sizler gibi ben de ağaçlandırma sahasının akıbetini merak edip sonucun ne olduğunu öğrenmedim. Aranızda diktiği fidanları sulamaya giden var mı? Oysa bu yapay örtü dış bakıma ihtiyaç duyar ve doğa bu ihtiyacı karşılayamaz. Kaldı ki yapay, homojen bitki örtüsünden müteşekkil ormanlar yangın ve ağaç hastalıkları benzeri afetlere karşı çok daha dayanıksızdır. Bu demek değildir ki ağaçlandırma yapmak gereksizdir. Bilakis, bilhassa doğal orman örtüsü olmayan iç Anadolu gibi bölgeler için çok daha elzemdir.

Demen o ki sevgili Orta Dünya halkları, daha külleri soğumamış yangın yerlerine karşı yerine getirilecek en büyük vatanperverlik ağaçlandırma seferberliği değil, bu alanları yangından sonra imara açmayacak iktidarları başa getirmektir. Yani sorunlar her zaman olduğu gibi günübirlik ataklarla değil, bizim pek de yapmadığımız uzun vadeli analitik bakış açılarıyla ele alınmalıdır. Küresel iklim değişikliği birkaç hektar orman alanını, kentlerdeki uygunsuz yapılaşmaları aşan çok daha karmaşık bir konudur.
Biz rahat bırakınca doğa zaten işini hallediyor. Dünya biz yokken de vardı, insan türü yok olduğunda da var olmaya devam edecek. Bırakalım da Entler Saruman'a karşı son yürüyüşlerini gerçekleştirsin.

7 Temmuz 2019 Pazar

Eğitim şart mıdır? Bence değil

Kendisi de özel bir üniversitenin mütevelli heyetinde bulunan Mini Reyiz "eğitimin ticarileşmesine sayı duymuyorum" demiş. Şimdi efe'nim:
Eğitimin ticarileşmesi işi ilk defa Sofistler'le başladı. Ondan önce eğitim bir "skhole" yani boş zaman etkinliği olarak görülürdü. (Okul anlamındaki 'school' bu kökten geliyor) Yani geçinmek için çalışmak zorunda olmayan özgür yurttaşların yararlandığı bir ayrıcalık. Filozoflar sitenin agorası ya da 'gymnasium'da ya da bazen özel mülklerinde ders icra ederlerdi. Bugünkü okul sistemi gibi bir disiplini hayal etmeyin. Daha çok arkadaşlar arasında bir sohbet ortamı gibi. 'Symposium' yani şölen de böyle toplantılar için kullanılan bir terimdir. Modern akademik düzendeki kuru sempozyumlar gibi sadece konuşmakla yetinilmez, yenilir, içilirdi. Hatta bazı rivayetlere göre şarabın fazla kaçtığı neşeli sempozyumlar cinsel aktivite ile son bulurdu. Bunu ilk okuduğumda 'okul gibi okul' diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Mesela Perikles'in düzenlediği sempozyumların baş konuğu Sokrates idi. Evde çocuklar açlıktan yorganları yerken bunun sabahlara kadar "felsefe yapıyoruz hanım' ayağına hovardalık yapması karısı Xantippe'yi öfkelendirirdi. Neyse konuyu dağıtmayalım.
Eğitim hak eden ve bunu finanse edebilecek olanın sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Böylece filozof olamasanız da sitede saygın bir yer edinirdiniz. Bazen köleler içinden zeki olanlar filozoflar tarafından himaye edilip eğitilirdi. Roma İmparatorluğunda Markus Airelius gibi İmprator filozoflar olduğu kadar, Sekstus Empirikus gibi köle filozoflar olduğu bilinir. Ama Sofistler ortalığı karıştırdı ve ders karşılığında ücret talep etmeye başladı. Bu Sokrates ya da Platon gibi klasik isimler için kabul edilemez bir durumdu. Hakikat, hak edenin ancak ve ancak ter dökerek elde edebileceği bir değerdi. Onun parayla satılması düşünülemezdi.Platon bu nedenle Sofistler'den nefret etti. Çünkü onlar hakikatin değil retoriğin, düşünmenin değil galibiyetin, diyalektiğin değil mugallatanın peşindeydi. Her eserinde Sokrates'in ölümüne sebep olduğunu düşündüğü bu işleyişin sahiplerini yerden yere vurdu. Platon bu nedenle Sofistler'den nefret etti. Çünkü onlar hakikatin değil retoriğin, düşünmenin değil galibiyetin, diyalektiğin değil mugallatanın peşindeydi. Her eserinde Sokrates'in ölümüne sebep olduğunu düşündüğü bu işleyişin sahiplerini yerden yere vurdu.Felsefe tarihinin en müfteri filozofu olarak nitelendirsek ayıp olmayacak olan Platon, sırf parası var diye birilerinin pek de hak etmedikleri 'episteme'ye satın almak yoluyla sahip olmasını asla içine sindiremedi. Bunun sonucu Sofistler'in 2500 yıl boyunca aşağılanması oldu. Sonradan bu kadar kötü olmadıkları anlaşılıp başka açılardan haklarının teslim edilmesi mümkün olsa da sofist terimi pek çok olumsuz ya da olumlu imgenin kaynağı oldu: sofu, softa, sûfi, sofistike...
Eğitimin kitlelere yaygınlaşması sanayi devrimiyle başladı. Yani alt sınıflar Orta Çağ bitene kadar akademik eğitim görmesi gerekmeyen bir hayvan sürüsüydü. Sanayi devrimi ise makineler ve silahları kullanma bilgisine sahip iş gücü ve askerlere muhtaçtı. O nedenle alt sınıflar hem gelecekte ebeveyninin yerini alacak iş gücü hem de Fransız Devriminin ateşlediği milliyetçi savaşlarda ölmek üzere asker olarak eğitilmeye başlandı. Çocukların aristokrat çocukları gibi okula gitmesi ailelerin de işine gelmişti. Kendileri fabrika ta da madenlerde ömür çürütürken çocukları dört işlem ve okuma öğreniyordu. Böylece kriminalize olmaktan da bir ölçüde kurtuluyorlardı. Hatta içlerinde bazıları sınıf atlayıp geldikleri alt katman için örnek olmuştu. Ancak aristokrasi bunun da çözümünü buldu, okulları özel ve kamu okılları olarak sınıflandırdı. Alt sınıftan gelen ama 'işe yarar' olduğu düşünülenler 'beyaz yaka' takılarak aralarına alındı. Hekim, öğretmen, muhasebeci, avukat olmalarına izin verildi. Şimdi eğitim gereğinden uzun süren, pahalı ve gereksiz bir kamu hizmeti olarak görülüyor. Pek çok devlet okullaşmayı işsizliğin ertelenmesine imkan sağlayan bir düzenek olarak kullanıyor. Çocuklar erken yaşta kriminalize olmasın diye okullarda zapt ediliyor. İçlerinde şanslı olan küçük bir azınlık eğitim sayesinde sınıf atlıyor. Ancak işin aslı şu ki eğitim sanıldığı fırsat eşitliği sağlamıyor. Bilakis eşitsizliği kalıcı ve katı hale getiriyor. Eğitimsiz ebeveynin eğitimsiz çocukları atalarının geleneklerini adeta bir pranga gibi zihinlerinde sürüklüyor.
Özetle sevgili Orta Dünya Halkları, çocuklarınıza okul için eziyet etmeyin, sizden daha fazla olmaları için rasyonel hiçbir nedenleri yok.

14 Haziran 2019 Cuma

Seni seviyorum demenin deNişik yolları- Volüm 235:

Valide Sultan, yaprak düştüğü için günde dört kez yıkadığı bahçeyi belki toz değmiştir diye beşinci kez yıkarken ufak bir kaza geçirmiş ve el bileğinin üzerine düşüp incitmiş. Neyse ki kırık, çıkık, çatlak yok. Bilekten çok gurur incinmiş durumda.
Kazayı ufak bir ağrı ve evlatlardan gelen "bir dahaki sefere sandalye tepesinde kornişlerin tozunu alırken de aynı performansı bekliyoruz" minvalli destekten uzak sözün yarattığı sessizlikle atlatmış durumda.
Buraya kadarki kısım her yurdum evladının anne ve babasında görebileceği tipik "bana bir şey" olmaz cümlesinin arkasına saklanan yaşlanmadığını kendine ispat hali. Benim açımdan güzel olan kısmı, olayın birinci dereceden görgü tanığı ve müdahili olan babamın, annemi ne kadar sevdiği ve değer verdiğini kendi benciliği içinde ifade ettiği "beni çok korkuttun. Bir daha böyle tehlikeli işler yapma. Benden önce de öleyim deme." cümlesi oldu.
Buradan da anlıyoruz ki baba-kız birbirimize sandığımdan çok daha fazla benziyoruz. Mesela ben de sevgimi "gerisıkalı" diyerek göstermeyi tercih ediyorum.

7 Haziran 2019 Cuma

Rum Pontus ya da kim var imiş biz burada yoğ iken?



Rum sözcüğü köken olarak Roma yani Roma İmparatorluğu bakiyesinden gelenler için kullanılan bir terimdir. Mesela Araplar Rumî sözcüğünü İmparatorluk coğrafyalarında yaşayan ve Arap olmayan Müslümanlar için kullanırdı. Özellikle Farslar ve Türkler için. Örneğin, Mevlana Celaleddin-i Rumi Rum yani Roma diyarında yaşadığı için bu unvanla anılırdı zira Farsça yazan bir Türktür.

Pontus sözcüğü de Yunanca deniz ya da nehir için kullanılırdı. Pontuslar İyonya kökenli bir halk olup Pers istilalarından bıkınca Kuzeydoğu'ya yani bugünkü Trabzon ilinin civarına göç etmiş halkların genelini ifade etmek için kullanılırdı. Lazlardan yani Kafkaslardan gelen halklardan hem fizyolojik olarak hem de dilleri itibariyle farklıydılar. Zamanla Bizans adıyla da anılan Doğu Roma İmparatorluğunun sonraki resmi dini olacak olan Ortodoks inancının parçası haline geldiler ve Pagan inanışlarını bu dinin içine ithal ettiler.

Anadolu'ya Türk akınları başlayınca kendilerini büyük ölçüde korumayı başardılar zira güçlü bir sosyal dayanışma ağları, kilise örgütlenmeleri ve en önemlisi de Türkler'de olmayan yazılı kültürleri vardı. Bu iddiayı Ermeniler ya da Süryaniler gibi diğer Hristiyan cemaatler için de devam ettirebilirim.

Anadolu'da Türkler gelmeden önce onlarca kavim yaşamıştı ve yaşıyordu. Türkler o mirasın üstüne geldiler, boş araziye değil. Evlilik yoluyla birbirleriyle karıştılar, asimile oldular, asimile ettiler, ortaklaştılar ve ayrıştılar. Türklük de sanıldığı gibi Müslümanlığa eşit değildir. Yahudi olan Hazar Türkleri ya da Ortodoks Hristiyan olan Karaman Türkleri bu genellemeyi yıkan güzel istisnalardır.

Ne Rum olmak kötü bir şeydir, ne Ermeni olmak, ne Pontus olmak ne de Yahudi olmak. Türk ya da Müslüman olmak da sizi öylece üstün kılan etiketler değildir. Bunlar sizin seçimimiz dışında belirlenmiş, size verilmiş statülerinizdir. Sizi olduğunuzdan iyi de yapmazlar kötü de.

Geleneksel toplumlar atfedilmiş ya da verilmiş statüler denen ve ırk, soy, etnik köken ya da din gibi niteliklerle gereğinden fazla uğraşmalarıyla ayırt edilirler. Geleneksel-olmayan toplumlar ise size sizin dışınızdaki kaynaklardan yüklenmiş, seçmediğiniz özelliklerinizle değil, kendi istek ve iradenizle elde ettiğiniz niteliklerinizle ilgilenirler.

Özetle sevgili Orta Dünya Halkları; Bir toplumun gücü icat edilmiş kökenlerden çok geleceği birlikte yaşama arzusundan gelir. Seçiminizden başka bir kederiniz yoktur.

25 Mayıs 2019 Cumartesi

Kendinle tanışma merasimi ve protokoldeki dostlar..

Birkaç tür insan gözlemliyorum..

Dış dünyaya karşı sınırlarını hala belirlememiş olan, kendisinin, bir birey olduğunun farkında olmayanlar..

Dışını mayın döşediği kalesinde, kimsenin yaklaşmasına izin vermeden, tam bir koruma kalkanı altında yaşayanlar..

Kalın olmayan, yıkılabilir gibi görünen duvarlarının gerisinde, olur da duvarı yıkan olursa, kimsenin tahmin etmediği çelik konstrüksiyonun arkasında yaşayanlar..

Kalesinin duvarlarını sağlam inşa etmiş ama gereken ziyaretçileri kapıdan ya da mazgaldan ama bir biçimde alma cesareti gösterenler..

Kalesine girip çıkacak görünür bir gediği, kapısı ya da mazgalı olmamasıyla gurur duyanlar..

Mazgallardan kızgın zeytinyağı dökmeye hazır bekleyenler..

Mazgallardan sadece dışarıyı gözleyenler..

Kalenin içine aldıklarına bunu bir lütuf gibi sunup sonra konuklarını hançerleyenler..

Hepsinin ortak noktası, zindanlardan ya da kulelerden birisinde, taş zemine uzanmış, ağlayan, sümüklü, küçük çocuklar..

O çocukla arada bir tanışmak lazımmış..

Dostlar bu tanışma merasimi için varmış..

23 Mayıs 2019 Perşembe

Neden "bilmiyorum" diyemiyoruz?

Modern refah toplumlarında sıradan insanlar, ekseriyetle kendi sıradan küçük gündelik hayatlarıyla ve varsa hobileri, ilgileri ya da meralarıyla ilgilenirler. Bunun dışında kalan ve akademik bilgi gerektiren konularda da ya uzmanlara başvururlar ya da ortalama insan için üretilmiş bilgilendirici kaynaklara yönelirler. Bu sayede de kendi hayatlarını doğrudan etkileyecek derecede önemli konularda fikir üretebilecek zaman ve enerjileri olur; iradelerini ortaya koyabilecek güç bulurlar.

Peki bizde ne olur? Devlet aygıtı görevini olması gerektiği gibi (o gereklilik de artık her neyse) çalışmayınca ortalama insan deprem olduğunda jeofizik mühendisi, ekonomik kriz yaşandığında iktisatçı, yeni müfredat açıklandığında eğitim bilimcisi, ulusal bayramlarda tarihçi olur.

Emekli olup sayfiye evinin verandasında örgü örerken radyoda Zeki Müren dinlemem gereken çağlara geldim, "belediye başkan adayı neden lunaparkta kurmalı salıncak çeviriyor?" gibi şeyleri düşünüyorum. Yazık bana.

6 Nisan 2019 Cumartesi

Bilinci doyurmayan edim bedeni doyursa ne fayda..

Mide doldurmak, beslenmek arasında fark vardır ki insanların çoğu bunları ıskalar. Temelde hepsi yemek yemektir ama ayrımda biri fizyolojik bir gereksinimi karşılamak, diğeri psikolojik hatta estetik yönü de olan bir edimi gerçekleştirmektir. Çoğu insanın bir damak zevki yoktur mesela. Ne bulursa yer, sadece yer, bilgisi sınırlarında yer, imkanları sınırlarında yer, yemiş olmsk için yer, başka bir şeyin boşluğunu doldurmak için yer...
Bu durum insani edimlerin hepsi için geçerlidir. Aşık olmak ve bir ilişki yaşamak da farklıdır.  Insanlar bazen fiziksel bir ihtiyacın karşılanması için duygusal ve estetik ihtiyaçlarını görmezden gelir, yok sayar. "Herkes aşık benim sevgilim yok" gibi ifadelerin zavallılığı buradan gelir. Başkası için yaşanan bir hayatın mutsuzluğunu örterler.

Tıkınmak ne kadar yemek yemekse, porno o kadar sekstir; harcamak ne kadar zenginlikse, yanında birinin olması o kadar aşktır.

Entelektüel faaliyet olmadan sevgili Atinalılar, üstüne inşa ettiğiniz her şey temelsizlikten yıkılır.

20 Mart 2019 Çarşamba

Eyyyyyyyyyyyyyy Medeniyet! Sen kimsin ya? Kimsin sen?

Medeniyet denen şey ülkenizin yerküre üzerindeki konumuyla ya da Gayrı Safi Milli Hasıla ya da toplumda yaygın olarak kabul gören dini inançlarla ya da elektronik cihaz kullanımıyla ya da tükettiğiniz giyim tarzıyla ilgili değildir. Medeniyet, bulunduğun coğrafya, inancının nesnesi, harcadığın para ya da yaşam biçiminizle az bağlantılı olmak üzere, bir düşünüş biçimine, bir anlayış psikolojisine ve bir toplumsal açıklığa sahip olmaktır. Örneğin coğrafi olarak "doğu" kabul -ki o kabul de fazlasıyla taraflıdır- edilen Japonya ya da Güney Kore kesinlikle Batı Medeniyetinin birer parçasıdır. Buna mukabil göreli olarak onlardan daha Batı'da olan Kuveyt ya da İran gibi petrol zenginleri Batı'nın bir parçası değildir. Ancak İsrail kesinlikle Batılı bir güçtür. Hatta iddiam odur ki Hindistan gibi Doğu medeniyetinin merkezi sayılabilecek bir devlet de, hiç değilse yaşatmaya çalıştığı "Dünyanın en kalabalık demokrasisi" formuyla Batı medeniyetinin bir parçasıdır. Mesela Mahatma Gandi'nin kendisine "Batı Medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna verdiği "olsaydı iyi olurdu" yanıtı bile bir biçimde Batı medeniyetinin içinde mümkün olabilmiştir.
Beş gündür, bir teröristin Cuma namazı kılmakta olan cemaatin üzerine ateş açarak 50 kişiyi öldürmesinin ardından bir kere daha Batı Medeniyetinin ne olduğunu çokça imrenerek daha çokça da kendi halimize acıyarak izliyorum. Başbakanları olan zarif Jacinda Ardern'in acısı yüzü ve ses tonuna yansıyan, baş sağlığı ziyaretine gittiği aileler hitaben yaptığı "siz bizsiniz" diye biten konuşması, yaptığı ziyarette gösterdiği geleneğe saygı gösterir tavırla akıllara kazındı. Kabinenin diğer üyelerinin duyarlılığı da başbakanlarından daha az değildi; konuşmalarına Hz. Muhammed'in selamını getirdiklerini söylemeleri, acılı Müslüman cemaatine "terörist bizden değil ama siz bizim bir parçamızsınız" diyebilmeleri gelişmeleri hiç değilse bir kısmımızın imrenerek ve "bizde neden yok?" duygusuyla izlememize neden oldu.
Halk da bundan geri kalmayan bir olgunluğa sahip tabii; namaz kılan Müslümanların başına bir şey gelmesin diye nöbet bekleyen çeşitli dini ya da felsefi inançlardan gelen insanlar, ülkenin sanatçılarının yaptığı eserler, katliamların yapıldığı camilerin önüne bırakılan çiçekler, geleneksel Haka seremonisini yaparak ölenlerin ruhlarını onurlandıran Maoriler..
Sora dönüp kendi anılarımı deştim; Gar katliamı sonrasında futbol karşılaşmasında ölenlerin anısına yapılan bir dakikalık saygı duruşunun ıslıklanması, Berkin Elvan'ın Hrant Dink'in cenazelerinin karşılaştığı saygısızlıklar.. Gelişmelerle uzak yakın ilgisi olmayan Anzaclara edilen sözler.. Almanların Nazizm, haftada bir terör saldırılarına maruz kalan Hollandalıların ırkçılık, Sarı Yeleklilerin eylemlerindeki tutumu nedeniyle Fransızların faşizmle suçlanması..
İki tür toplum vardır kanımca, felsefeli toplumlar ve felsefesiz toplumlar. Demem o ki felsefeli olanlar değer üretir, felsefesiz olanlar onların ürettiği değerlere tabii olur..

10 Şubat 2019 Pazar

Kahrolsun güçlü kadınlar! Yaşasın kadınlar!

Sabah Twitter'da ünlü bir tiyatro oyuncumuz erkek takımında futbol oynayan ve lakabı "canavar" olan 6 yaşındaki ABD'li bir kız çocuğunun oyun sırasında çekilmiş görüntülerinin yer aldığı bir video paylaştı. Paylaşırken de aşağı yukarı söyle bir şey yazmıştı "işte böyle güçlü kızlar yetiştirin, erkeklerin yaptığı her şeyi yapabildiklarini göstersinler." Ben ve benim gibi düşünen bazı kadınların itirazları üzerine, muhtemelen polemiğe girmemek için sildi. Iyi de yaptı. 

Kadınların ortak itirazı şuydu: Kızlarını destekleyen ve yeteneklerinden dolayı taktir eden bir ailenin olması güzel. Ancak sorun kıza "aferin" denmemsinden daha derinde ifade edilmeli, mesela kızın lakabı bile erkeksi bir ifade; canavar. Erkek takımındaki tek kız çünkü yaygın olarak benimsenen inanca göre kızlar futbol oynamaz. Demek ki bir kız kendini ancak erkeklerin yaptığı bir işi erkeklerden daha iyi yaparsa taktir edilebilir. Başarısız olsaydı alay konusu olmaktan öteye gitmeyecekti.

Bir de tabii şu güçlü kadın meselesi var; sürekli olarak kızlarınızı güçlü yetiştirin ki güçlü kadınlar olsunlar düşüncesi pompalanıyor. Güçlü olmak erkeksi kabul edilen bir nitelik ve kadından da bekleniyor ama bu niteliği taşırken aynı zamanda şefkatli, kırılgan, nazik olmamız da gerekiyor. Bunlara ek olarak hata yapmamamız, sabırlı olmamız, kendi hazlarımızı ve isteklerimizi ertelememiz, bakımlı,  şık, güzel, zayıf, anlayışlı, çalışkan ve temiz olmamız da gerekiyor. Üstelik bunlar yapmamız gereken işler, kadın olduğumuz için ödememiz gereken birer bedelmiş gibi sunuluyor.

Hele bir sorun bakalım biz kadınlar, sırf erkekler biraz daha rahat etsinler diye güçlü olmak istiyor muyuz?