11 Aralık 2020 Cuma

Yerinde ifşa ibadet yerine geçer

Kızlardan birisinden kadın dayanışmasının verdiği yetkiye dayanarak araklamıştım bu dövizi, bu güne nasipmiş.

Birkaç gündür sosyal medyayı hareketlendiren, tacizcisini ifşa eden kadınların tüm mahalleleri karıştıran seslerinin, fısıltıyla başlayıp yazıdan çiziye entelektüel kanın aktığı tüm dehlizlerde yankılandığı, sol-sosyalist galerilerde isimlerin üzerinin çizildiği  bir girişim oldu. Eserleri üzerinden alıntılar yapılan pek muhterem zatların adı tacizler, takipler, yıldırmalar, tehditlerle anıldı. Kadınların pek çoğu gençken veremedikleri tepkileri, kadın dayanışmasının verdiği güçle bugün ifade edebildiklerini cesaretle söyledi. Yine bir barikat kadınlar tarafından yıkıldı, yine kutsal kaseler kadınlar tarafından kırıldı. 

Bir kere daha gördük ki bu memleketteki tek gerçek siyasal ve toplumsal hareket kadın hareketidir. Bir kere daha gördük ki erilliğin siyaseti, sınıfı, mevkii, statüsü yok.

Bu vesileyle ben de kişisel tarihimi gözden geçirdim ve gençken farkına varmadan işlediğim bir günahın; olgun, sosyalist abilerin ilgisi, hoşlantısı ya da açık konuşalım, flört sandığım gizli tacizleri için rekabete girdiğim, kalbini kırdığım, incittiğim  tüm hemcinslerimden şimdi hayatımda olmayanlar başta olmak üzere, burada açıktan özür dileyerek tövbesini ettim.

Onlar korksun, siz korkmayın kızlar! Konuşa konuşa özgürleşeceğiz, birbirimizin düşmanı olamayacak kadar akıllı, birbirimizin rakibi olamayacak kadar yüce gönüllü olduğumuzu aklımızdan çıkarmayalım. Nice ifşalara! 

8 Kasım 2020 Pazar

Gündem-dışı fıkra:

Memleketin birinde işler kötüye gitmeye başlamış. Kuraklık kıtlığa, kıtlık salgın hastalıklara yol açmış, vatandaş açlıktan kırılır hale gelmiş. Ülkenin zayıf düştüğünü gören düşman devletler de durmadan sefer düzenlemeye başlayıp ülke topraklarını ucundan kenarından ele geçirmeye başlamış. Hazinesi tamtakır olan beceriksiz kral eşrafı toplayıp fikir danışmak istemiş. Kelle korkusu içindeki ileri gelenler ses çıkaramazken hayvanat bahçesi müdürü ileri çıkıp "benim bir fikrim var" demiş. Herkes dönüp müdüre bakmış, gülüşmelere aldırmayan müdür parlak fikrini açıklamış: "hayvanat bahçesinde yeni bir bölüm yapacağız, orada kurt ve kuzuyu birlikte yaşatacağız. Sadece memleketimizden değil, dünyanın dört bir yanından barış içinde yaşayan kurt ve kuzuyu görmeye gelenlerden alacağımız vergi ve harçlarla iktisadımızı kurtaracağız." Kimse ikna olmamış ama yapacak bir şeyleri olmadığı için müdürün teklifini kabul etmişler. Müdür, kendisine 5000 altın 3000 gümüş sikke ve 1 hafta süre verilmesini istemiş. Bu miktarı çok bulsa da müdürün ikna edici konuşması karşısında hazinede kalan son parayı da müdüre teslim eden saray eşrafı çaresizce sürenin dolmasını beklemiş. Bir hafta sonra saraya bir kese içinde ilk hasılat gelmiş. Devam eden günlerde de gittikçe büyüyen keselerde altın ve gümüş sikkeler saray hazinesine gelir kaydedilmeye devam edilmiş. Durumu merak eden kral, mahiyetiyle birlikte tebdil-i kıyafet hayvanat bahçesine gitmiş. Bakmışlar ki ne görsünler, bahçenin kapısından başlayan kuyruk şehrin surlarından dışarı çıkıyor. Sadece memleket ahalisi değil, kılığı kıyafetinden başka ülkelerden geldikleri belli insanlar, beraber kardeşçe yaşayan kurt ve kuzu mucizesini görmek için fersahlarca kuyruk olmuş. Hayvanat bahçesi müdürünü bulan kral öncelikle müdürü tebrik etmiş, memleketi kurtarmada gösterdiği eşsiz muvaffakiyet için asalet unvanı vereceğini söylemiş. Arkasından da herkesin merak ettiği soruyu sormuş: istediğin para çoktu, gördüğüm kadarıyla yeni gişeler açmak dışında bir iş yapmamışsın burada. O kadar altın ve gümüşü ne yaptın? Müdür cevap vermiş: 1000 gümüşle etrafın düzenlemesini yaptırdım. 1000 gümüşle din görevlilerinin vaazlarında kurtla kuzunun mucizesini anlatmalarını istedim. 1000 gümüşle casusların komşu ülkelerde bu mucizenin dedikodusunu yapmasını sağladım. "Peki" demiş kral "kalan 5000 altın?" "onunla da kuzu aldım".

Faşist misiniz yoksa gizli faşist mi?

Ne demokrasi kazandı ne faşizm kaybetti. Hala sağcı/muhafazakar popülist liderlere oy veren ve gelecekte de verecek ciddi bir kitle var. Kapitalizm, yarattığı sorunları demokrasinin sorunlarıymış gibi önümüze sürüp, demokrasi içinde üç beş sağduyulu insana çözdürmeye çalışıyor. ABD başkanlık seçiminde katılım %65 civarında oldu diye seviniyorlar. Bizde %90'dan az katılım olmuyor da ne oluyor? Elimizdeki demokrasi anlayışıyla bu işler yürümüyor. Onmilyonlarca insanı birkaç yılda bir sandık başına taşıyıp dünyanın sorunlarını çözmek mümkün görünmüyor.Yeni bir demokrasi okumasına ihtiyaç olduğu ortada. Daha da önemlisi yaşadığımız çağın sorunlarının, çevre kirliliğinden mülteciliğe, salgın hastalıklardan su krizine, gıda krizinden iklim sorununa kadar tüm sorunların asıl kaynağını görmeye ihtiyacımız var. Gezegen insanlığın yükünü taşıyamıyor. İnsanlık da insan olmanın yükünü. Dünyayı beş aile yönetiyor saçmalığına girmeyeceğim lakin ayrıcalıklı sınıflar ve siyasetini bu ayrıcalıklı sınıflar üzerine inşa etmiş ülkelerin payını görmeden içi boş sevinçlerle idare etmeyelim derim. Evinde köleleri olan başkan Lincoln "demokrasi halk adına, halkın, kendisini yönetmesi"dir der. Bu durumda evinde köleleri olan ve demokrasinin herkese açık bir hak değil, bunu hakedenlerin yararlanacağı bir ayrıcalık olduğunu söyleyen Alkibiades ondan daha tutarlı ve ahlaklıdır. Tamımlarımız zihnimizin içeriklerini düzenler, zihnimizin içerikleri de duygularımızı. Kararlarımızı aklımızla değil duygularımızla alırız. Akımız da aldığımız kararın nedenini açıklayan bir araçtan ibarettir. Doğru tanım için doğru soruyu soralım: demokrasi nedir?

11 Ekim 2020 Pazar

Bebek yeleğine düğme ararken..

Bebek yeleğine düğme ararken.. Eskiden semtlerin, mahallelerin, genelde bir ana cadde üzerinde sıralanmış birkaç dükkandan ibaret çarşıları, sabit pazarları olurdu. O çarşıdaki dükkanlardan, şehir merkezine gitmeye gerek kalmadan, nalburiyeden tuhafiyeye, sarrafiyeden bakkaliyeye bir sürü ihtiyaç karşılanırdı. Semerciden, urgancıdan, nakkaştan yorgancıdan geçtim, artık bir mahallede, bir çarşıda yüncü, terzi, nalbur, kundura tamircisi bulmak hayal oldu. Dağ taş nargileci, kahveci, çaycı, telefoncu, "asesorayz şop"çu doldu. Modernleşme, çağdaşlaşma, ilerleme, sınıf atlama, kentleşme, şehirleşme falan değil bu, olsa olsa yaksunlaşma.

10 Temmuz 2020 Cuma

Biz şimdi neyiz?

Biz şimdi neyiz? Bir nesneye ad koymak onu tanımlamanın ilk adımıdır. Adı konmuş bir nesne, sınırları çizilmiş bir hal alır. Efradını cami, ağyarını mani olur yani niteliklerini içine alıp, niteliğine dahil olmayanları dışarıda bırakır. Kendine ait olanı içine alıp kendine ait olmayanları dışlar. Bu bir var oluş halidir, varlıklar böyle var olur. Sınırı olmayan bir şey var değildir; Özne değildir. Mesela sınır yoksa onun ihlali de olmaz. Mesela özne yoksa onun hakkı ya da ayrıcalığı da olmaz. O yüzden ad koymak, tanım yapmak, sınır çizmek varoluşsaldır. Sonrasında sorulacak bütün sorular için öncelikle sınır çizen soruların sorulması gerekir: Ben kimim? Sen kimsin? Biz neyiz? Bu ne? En güzel soruları da çocuklar sorar çünkü sınırsızlığa sınır çizmeye başlamışlardır. Sınırlarınızı kendinizin çizdiği tanımlı günler dilerim sevgili Orta Dünya halkları.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Boş kavramlar listesi:1- Ahlak

Üzerinde sürekli konuşulan ama içeriği bir türlü doldurulmayan kavramların başında ahlak geliyor. Birisi ne zaman ahlaktan söz etse silahsız birine karşı silah doğrultmuş dandik 'Western'lerdeki karikatürize bir silahşore benziyor. Oysa iyi'sini ve kötü'sünü tanımlamamış, düşünce, söylem ve eylemini sınırlandırmamış birisinin ahlakı olmaz. Kendi ahlakını yargılamamışların da başkaları hakkında yargı vermeye hakkı olmaz. Vicdanlı günler dilerim sevgili Atinalılar.

11 Haziran 2020 Perşembe

Sevgili Günlük,



S.A. Bugün iş bulmaktan ümidini kestiği için artık işsiz olmayan birisi olarak uyandım. İlk iş telefonu elime alıp iki günde bir "10 lira gönder" diye mesaj atan eski manitayı engelledim. Arkasından Tamil Şayyar'ın bile bıraktığı siyaseti bırakmayan bir kısım gezicinin yazdığı makaleleri Müyesser Yıldız makamında müzikler eşliğinde okudum. 

Öğleden sonra atanamayan kayyumların yaptığı kızağa çekilme eylemlerini izlemek üzere Sultanahmet Meydanı'na gittim. Meydan Yenicami'de dilenip buraya sadaka vermeye gelen dilencilerle doluydu. Sabahtan beri Coşkun olan birisinin "dörtyüz bin lirayla nasıl geçineyim?" diye ağlaması yürekleri burktu. Onu teselli etmek için günlük kirası 1000 lira olan bir şezlonga oturttuk. Yanına da fakirle evlenmeme cesaretini gösteren koca bulma ve yemek beğenmeme yarışmalarının müdavimi iki eskort verdik.

O sırada Ayasofya'nın olmayan çan kulesinden gelen çan sesi beni derin düşüncelere sevk etti. İçimden nedenini bilmediğim bir sebepten dolayı Yunanlıları tükrükle boğma isteği geçti ama camekanda satılan pudra şekerli yassıada böreği beni kendime getirdi. Karantina günlerinde pişirdiğim ekmekler yüzünden bir hayli ileri gitmiş olan göbeğime bakıp vaz geçecektim ki aklıma "Edirne'den Ardahan'a adalet ve demokrasi yürüyüşü yaparım, kalorileri yakarım" fikri geldi.

Madem artık işsiz bile değildim o zaman akşamın planını yapayım dedim. Meclis TV açık olsaydı grup başkan vekiline arkadan saldırmalı ülkücü hareketler izlerdim ama pandemi endişesi yüzünden yeni filmler çekmiyorlar. Onun yerine temcit pilavı gibi İş Bankası hisseleri, Ayasofya müzesi fezlekesi, cehape zihniyeti, kanalistanbul köprüsü, yandaş kadın katili koruması, doğal sit alanına çökme ya da otel arazisi büyüklüğünde yangın çıkarma gibi bildik konuların tekrarlandığı dizileri koyuyorlar artık. İşte bu istikrardır.

Olmadı sahile gidip "ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın" şarkısını hep bir maskesiz ağızdan söyleyeceğimiz aşkolarla, umreden dönen hacıların, taziye ziyaretine giden komşuların ve asker uğurlamasına giden varoşların pandemiyi nasıl yaydıklarıyla dalga geçeriz dedim. Üstüne de halay çektik mi, değmeyin Salda'lı Hasan Keyfimize. 

Ama sonra aklıma 30 milyon liraya mal olan gerçek anlamda seyircisiz konserleri izleme fikri geldi. %75'i vergi olan bir bira eşliğinde Sibel Pekkan şahane olurdu doğrusu. "Nereden nereye?" diye düşündüm. "Okluk Koyu'ndan Ahlat'a kadar" diye kendi kendime yanıtladım. Kapısı koç başıyla kırılıp gözaltı yapılmayı gerektirecek mizah anlayışım da olmasa hayat iyice zor olurdu.

Bugünlük bu kadar. Yarın başka sayıklamalarda görüşürüz. KİB BY.

6 Haziran 2020 Cumartesi

Erkek dediğin bir X bir de Y kromozomudur

Twitter'da iki gündür #erkekdediğin ve #erkekleryerinibilsin etiketleriyle yürüyen bir kampanya var. Kadınlar kendileri hakkında yapılan cinsiyetçi yorumları erkeklere uygulayıp paylaşıyorlar. Bazıları tanıdık gelecektir:

Benim babam da erkek.
Erkek dediğin taktın mı koluna yakışacak, vurdun mu duvara yapışacak.
Bir erkeğin en güzel kariyeri babalıktır.
Babalık kutsaldır.
Kocamın isterse çalışabilir.
Bir erkeğin en temiz çeyzi öpülmemiş dudaklarıdır.
Erkekler evlendikten sonra kendilerine özen göstermiyor, baba olduktan sonra kendini salıyor.
Sürekli çekiştirip duracaksanız niye dar pantolon giyiyorsunuz?
Şiddetli açlık halinde kocanızı yiyebilirsiniz.
Ben oğluna sonuna kadar güvenirim ama topluma güvenmem.
Erkek dediğin ana evinden damatlığıyla çıkar, kefeniyle döner.
Kadının nefsi uyanır, erkek kendine dikkat edecek.
Bakir değildi, namusumu temizledim.
Babnızın evlenmeden önceki oğlanlık adının üçüncü harfi.
Bir erkeği bin kişi ister bir kişi alır.
Bugün erkek bir mühendis gördüm, çok mutlu oldum. İnşallah erkekler kadın işi diye bilinen bu alanlarda daha fazla istihdam edilir.
Tamam, maskülist olma demiyorum ama kararında ol.
Bu maskülistlerin hepsi ya çirkin ya ibne.
Entelektüel erkekle evlenilmez. Kocanla entelektüel olmadığı için evlendim. Entelektüel erkeklerin çoğunu camdan dışarı atmamak için kendinizi zor tutarsınız.
Dört erkek her kadının hakkıdır.
Ve favorim, erkekler birer çiçektir. 🌸

İstanbul Büyükşehir belediyesinin hesabımdan yapılan, erkek yolcuların güvenliği için gece 22:00'den sonra kapılarına yakın yerde indirilmesi uygulaması başlattığı şeklindeki ironik paylaşım canhıraş bir biçimde onlarca erkek tarafından düzeltilmiş. Çoğu erkek öyle bir dünya yaratmadığı iddiasıyla, tam da amaca hizmet eden bir savunmaya geçme ihtiyacı duymuş.  Hatta kadınların böyle paylaşımları yapmaması gerektiğini söyleyerek ideal bir oksimoron örneği gösterenler var. Oysa kadınlar, erkeklerin dört saat işitmeye tahammül edemediği sözleri hayatları boyunca işitiyor.

Gelen erkek tepkilerinin ciddi bir kısmı destekleyici hatta hemcinslerinin yarattığı dünyayı anlamaya yönelik özürler içeriyor. Ancak şu da bir gerçek ki kendi gerçekliğiyle yüzleşen erkek tatlışlığı diye bi' şey var. 👨‍❤️‍💋‍👨👨‍❤️‍👨👴👨‍👩‍👧👨‍👨‍👦‍👦👨‍👩‍👧‍👦👨‍👨‍👦👨‍👨‍👧‍👧👨‍👨‍👧‍👦👫🏃💃

1 Haziran 2020 Pazartesi

Irkçılık tedaviye muhtaç bir hastalık hali midir?

Irkçılık ya da milliyetçilik ya da benzeri ideolojileri hastalık olarak tanımlamak, suçu ve suçluları psikiyatirze etmek son derece tehlikeli bir tutumdur. Akıl sağlığı bozuk kimseleri marjinalize etmeye ve saldırganlığın nesnesi haline getirmeye neden olur.
Akıl hastalıkları tedavi ya da tıbbi bakımı çoğunlukla mümkün olan, olağan, doğal olgulardır. İdeolojiler gibi seçimle ortaya çıkmazlar. Kötülüğü kötülük olarak sınıflandırmak ve tanımlamak yeterlidir. Kötülüğe tıp ya da diğer bilimlerden dayanak ya da bulmaya gerek yoktur. Kötülüğü ve kötüyü tanımlayamadığımız için, kötüye kötü diyemediğimiz için kötüyü daha havalı terimlerle pekiştirmeye çalışmaya gerek yoktur. Kötü kötüdür, yapılması gereken tanımın içini doldurmaktır. Kim kötüdür? Amerikalı beyazlar mı? Pekiyi Suriyelilerden nefret eden milliyetçi hassasiyetler? Gündelik siyasette Ermeni dölü ya da Yahudi tohumu demekten çekinmeyen mütedeyyin hassasiyetler? Kadın cinselliği üzerinden edilen küfrün sahibi eril zihinler?
Şu soruyu sorarak başlayabiliriz: gerçeklikle bağı kopmuş birisi mi kötüdür yoksa resmi gücün bazen açık bazen örtük onayını alarak kendisi gibi olmayana gerekirse öldürecek kadar tahammül göstermeyenler mi? "Bizde ırkçılık yoktur" cümlesindeki gizli ırkçılığı fark ettiniz mi?

26 Mayıs 2020 Salı

Türkiye'de Eksik Etek Olmak -2

"Erkekler kadınların kendilerine gülmesinden korkarlar, kadınlar ise erkeklerin kendilerini öldürmesinden."

Ramazan sonunda Anıtsayaç'a yeni isimler eklendi ve birkaç gün önce Zeynep Şenpınar adında genç bir kadın erkek arkadaşı olan milli boksör Selim Ahmet Kemaloğlu tarafından katledildi. Her iki günde bir basına yansıyan erkek şiddeti haberlerinden birisiydi. Beş gün önce de Manisa Salihli'de  17 yaşındaki Ceren Kultaş, 30 yaşındaki Şükrü Şimşek tarafından, aralarında düşmanlık olan eski kız arkadaşına benzediği için öldürülmüştü. Amaç bir başka kadını öldürmekti ama o sırada orada rastlantısal olarak bulunan gencecik bir kız hayatından olmuştu. Demek ki katil hedefini doğru teşhis etmiş olsaydı devamında yazmayı planladıklarım asıl hedef için de geçerli olacaktı.
Basının/medyanın olayları haberleştirme biçimi konuyu ele alışımızdaki sorunun birinci basamağıydı çünkü kadınların isimleri açıkça yazılırken ki yazılmaması gereken onların adlarıydı, cinayet zanlılarının adı S.A.K ve Ş.Ş olarak kısaltılmıştı. Yani basınımızın eril dili maktullerin adını yazmakta sorun görmezken zanlıların adını saklamıştı. Basının eril dilinin görünürlüğü kullanmayı pek sevdiği "kadın cinayeti" ifadesiyle de bir başka biçimde açığa çıkıyordu. Öldürülene vurgu yapan bu ifadenin esasen şiddeti uygulayan yönelmesi gerekiyordu: erkek şiddeti. Ancak ilginçtir ne zaman bu düzeltme yapılsa yani "erkek şiddeti" ifadesinin kullanılması gerekliliği ifade edilse arkadan şu itirazlar geliyor: "eee peki kadınların erkeklere uyguladığı şiddete ne diyeceksiniz?" ya da "şiddetin erkeği kadını olmaz, şiddet şiddettir canım" ya da "erkeğin de o hale gelmesinde kadının hiç mi suçu yok ?". İtirazcılara peşinen yanıt verilmelidir, evet bu erkek şiddetidir; evet şiddetin toplumsal kaynağı erkektir; erkeğin uğradığı şiddet diye bir şey varsa, bunun oranı kadının erkekten gördüğü şiddetin oran, etki ve gücü ile karşılaştırılamayacak düzeydedir; hayır şiddetin kadını erkeği vardır, insani şiddet gayet eril bir şeydir. 
İlk başta haklı gibi görünen ama aslında mağdurla empati kuramayan ya da kurmak istemeyen eril paradigmanın  tekrarından başka bir şey olmayan bu bu cümleler, sonrasında sıralanacak olan ve başına gelenden dolayı mağduru suçlayacak olan cümlelerin temelini inşa ederler. Çoğunlukla erkeklerin bir serzeniş gibi, sanki kadını korur ve kollar gibi, belki biraz babacan bir şefkatle akıl verirmiş gibi kurulan cümlelerdir bunlar:  "kızlar da kendilerine böyle adamları nereden buluyorlar?", "o kadar düzgün adam varken böyle it kopukla düşüp kalkarsan olacağı budur", "o saatte orada ne işi varmış?" 
Bu düşünüş, özünde mağdurla kurulamayan empatiye ilişkindir. Bu düşünceye sahip kadınlar kendilerinin korumalı bir alanda olduğuna, doğru davranışı, doğru yaşam biçimini seçmiş olsalar diğer kadınların da başına bunun gelmeyeceğine inanırlar. Kendisine benzemeyen bu "serbest" kadınlar başlarına geleni hak etmiştir. O kadınlar aslında nefret ettikleri kadınlardır. Kendilerinin yapamadığı her şeyi temsil etmektedirler. Aynı düşüncenin erkek tarafındaki saikler ise biraz daha farklıdır; o saik günün birinde kendilerinin de kadına şiddet uygulayabileceklerini içten içe bilmenin yarattığı boş bir güven duygusudur. Erkeklerin belki tamamı değil ama çoğu kendilerini kadınların sahibi olarak görür. Bu kadın bazen anne, abla, evlat gibi kan bağı olan kadınlardır. Bazen de başka bir erkeğin mülkü izlenimi vermeyen, "rahat", "serbest", "müsait", "hafif" kadınlardır. Kimsenin malı değilse ortalığın malıdır o zaman da ona el uzatmakta sakınca yoktur. Kadını zihninde "ana-bacı" ve "yollu" olarak ayırmış olan bu zihin için "senin anana, bacına aynısı yapılsa ne düşünürsün?" sorusunun bir karşılığı yoktur. Kadın iffetli değilse ki kendi ana/bacıları a priori olarak iffetlidir, o zaman başına geleni sonuna kadar hak etmiştir. 
Cümleler her zaman "namus cinayeti" ya da "şerefimi korudum" gibi vulgar formlarda kurulmaz elbet. Bezen de bir siyasi partinin büyük şehir belediyesi meclis üyesinin ölen kadının "özgürlük düşkünü" ve "gayrimeşru yaşamı" ile hak ettiği bir ölüm hikayesi olarak haklılaştırılır. Kadının özgürlüğünden anlaşılan şey doğal olarak "erkek gibi" davranmasıdır. Erkeğe tanınmış bir ayrıcalık alanına girmek kadını ahlaksız yapmıştır. Ahlaksızlık da dini değerlerin yitirilmesine bağlanınca sorun gene dönüp dolaşıp kadının erkeğe itaat etmesi gereken bir mal olarak görüldüğü gerçeğine saplanır. Kadın cinayetlerinin politik olduğu argümanı bir kere daha doğrulanmış olur böylece. Erkek egemen toplum, erkek egemen siyaset kadına belli roller biçmiş, belli sınırlar çizmiştir. Bu rolü oynamayı reddeden, çizili sınırın dışına çıkan kadın, muhatabının gücü oranında cezasını alacaktır. Ekonomik, dini, etik ve politik iktidar da bu gerçekliği erkekler ve erkekler gibi düşünen kadınların işbirliği ile beslemeye ne yazık ki devam edecektir.
Eril iktidar yanlıları şunu unutmamalıdır ki takım elbiseler, pahallı otomobiller, yaldızlı diplomalar, kalabalık kartvizitlerin ışıltılarının bile saklayamadığı bu kara delik kendilerini de yutar. Kadınlar erkeklerin malı değildir, onlara canınızın istediği gibi davranmamayı gene o küçümsediğiniz özgür kadınlardan öğreneceksiniz.


18 Mayıs 2020 Pazartesi

Türkiye'de eksik etek olmak: 1

Türkiye'de eksik etek olmak: 1

Sabah bir Türkle evli olan Brezilyalı model Larissa Gacemer'in doğuştan bir problemi olduğunu ve eşiyle denemesine rağmen çocuklarının olamayacağını, artık üstüne gelinmemesini rica ettiği videosunu üzüntüyle izlerken "kendi kendimizi ezdiğimiz yetmemiş, elin gelin kızını da darlamışız" dedim. Bir iki gün önce de Hazal Kaya adındaki genç kadın oyuncu katıldığı bir yayında üstelik bir anne olarak anneliğin kutsal olmadığını söyleyerek türlü çeşit saldırıya maruz kalmıştı. Anneler gününün çiçekli böcekli, hadisli ayetli kutlandığı bir hafta bir bir kadına yakışmayan bu cümleleri nasıl kurabilmişti?
İyi kötü eğitimli, alt-orta sınıf bir kadın olarak yetişkinlik hayatım boyunca maruz kaldığım "mahalle baskı"ları, bende yarattığını çok sonradan fark ettiğim yorgunluklarımı düşündüm. O kadar çok "ben öncelikle bir anneyim"le başlayan demeç okumuştum ki, dışarıdan bakma yetim olmasa anneliğin a priori olarak kadınları üstün tür haline getirdiğine kolayca ikna olabilirdim.
Çok genç yaşımda, henüz belki lisedeyken çocuk sahibi olmamaya karar verdim. Kimse hesap sormasını diye 30'uma kadar evlenmedim ki Türkiye ölçülerine göre epeyce ileri bir yaştı. O yaşta da çocukluktan beri tanıdığım sandığım, çok sevdiğim, dostum olduğuna inanmayı seçtiğim bir adamla, beni anladığı zannıyla evlendim. 6 yıl evli kaldım ve foyalar dökülüp altından feodal bir erkek çıkana kadar ilişkimizi yürütmeye çalıştım. Evlendiğime de boşandığıma da pişman değilim.
Evliliğim süresince eşimden hayır gelmeyeceğini fark ettiğim andan itibaren korundum. Eski eşimin ailesi başta olmak üzere okul idarecilerinden meslektaşlara, jinekologlardan velilerime kadar türlü insan tarafından çocuğumun olmaması konusunda sorguya çekildim. Çocuk istemediğimi söylediğimde iyi bir kadın, iyi bir Müslüman hatta iyi bir öğretmen olmam için muhakkak çocuk sahibi olmam gerktiğine dair vaazlar dinledim. Bir kısmı ise aslında kısır olduğum için çocuk sahibi olamadığımı, dua eder ya da tedavi görürsem iyileşeceğimi ima etti. Zavallı kocam, benim gibi bencil ve şirret bir cadıya denk geldiği için ne kadar da talihsizdi. 


Bir kadının hem evli hem de çocuksuz olması anlaşılabilir bir şey değildi. Gittiğim meşhur Nişantaşı jinekoloğu bile 'şimdi korunuyorsun ama kırkından sonra çocuk çocuk diye kısırlık tedavisi için kapımıza geleceksin' dedi. Bu nedenle 6 yılda 6 hekim değiştirdim. Eski eşim bir noktaya kadar yanındaydı sonra o da sosyal baskıya dayanamadı. Kendi kendine yumurtalarını donduralım ya da başka bir taşıyıcı anne senin için doğum yapsın gibi fikirler geliştirdi. Sanıyordu ki ben doğum ya da hamilelikten kaçıyordum. Oysa şimdi olduğu gibi o zaman da sadece çocuk istemiyordum. 


İlk başlarda çocuğumun olmaması sorusuna uzun uzun açıklamalar yaparken sonra 'kısırım' yanıtıyla kesin çözüm buldum. Derin bir sessizlikten sonra konu kapanıyordu genelde. Ama bazen bu bile çözüm olmuyor, hekim tavsiye edenler, kocama gizli gizli içirmem için kocakarı ilacı getirenler bile çıkıyordu. Bekar ve çocuksuz erkekler için durum bu kadar vahim mi bilmiyorum ama bizde durum buydu.
Hepimiz anne olmak için doğmadık. Hatta doğum yapmış çoğu kadın da pek iyi anne sayılmaz. Ama mesele bu da değil. Mesele kadınların topluma ama özellikle de hemcinslerine kendilerini açıklamak zorunda kalmalarıdır. Kimseye açıklama borçlu değiliz. Cinselliğimizde arıza yok. Hasta değiliz. Eksik değiliz. Kimseye yük değiliz. Yaşlanınca bize bakacak kimsemizin olmamasını dert etmiyoruz. Hatta bu nedenle çocuk sahibi olan varsa da kınıyoruz. Annelik kutsal değil. Kadını a priori olarak üstün yapmıyor. Ben de bilirdim toplumsal normlara uyarak yaşamasını lakin o sırada toplumsal normlardan tiksinmekle meşguldüm. Şimdiki aklım olsa uzun açıklamalar yerine 'sana ne yapraaam?' der o kişileri hayatımdan çıkarıp vakit kazanırdım.
Özetle sevgili Orta Dünya halkları, kadınlar size açıklama ya da özür borçlu değiller, başkalarının kasıklarına burnunuzu sokmaktan vaz geçin.

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Otoriteye Karşı Düşman Ararken

Sağıklı bir yetişkin yaptığı seçimlerin sonuçlarına katlanma istenç ve gücüne sahiptir; sağlıklı olmayan bir ergen-yetişkin ise seçimlerinin sorumluluklarını üstlenmesini sağlayan benlik kapasitesinden yoksundur. Ömrü, baktığı her yerde ya emir alacağı bir otorite ya da suçlayabileceği bir düşman aramakla geçer. Bütün enerjisini kendisine bağlandığı otoritenin gözüne girmek için eğilip bükülmek ya da kendisiyle yüzleşmesine engel olmasını sağlayan düşmanını yüceltmeye harcar.
Oysa ne ölümüne korktuğu düşman ne de itaat etmezse yok olacağından korktuğu otorite o kadar güçlüdür.
Omurganızı feda ederek oturmaya çalışacağınız hiçbir suni deri kaplı koltuk buna değmez.

11 Nisan 2020 Cumartesi

Sizde sistem yok fıkrası:



Keban barajı inşa edileceği zaman Amerika'dan keşif için gelen mühendis ekibini Elazığ'ın köylerinden birinde, muhtarın evine yerleştirmişler. Köyün ne yolu var, ne elektriği ne de suyu. Akşam gaz lambası ışığı altında bulgur pilavı ikram edilen misafirlere yer yatağı açılmış. Gece ilerleyen saatlerde def-i hacet için dışarı çıkan mühendis ve çevirmen muhtarın işaret ettiği 50 metre ilerideki tahta kutuya doğru bata çıka ilerlemiş. Güç bela işini bitiren mühendis dışarı çıkınca içlerinde bulundukları nahoş durumu yumuşatmak için gökyüzündeki yıldızları, tarladaki ekinleri işaret edip "buralar çok güzel, havası suyu eşsiz ama sizde ne yazık ki sistem yok" demiş. Çevirmenin sözünü bitirmesini bekleyen muhtar "beyim" demiş "bizde o sistem denen şey olsaydı, sen benim babamın tarlasına değil, ben senin babanın tarlasına sıçardım."

Sistemli günler dilerim sevgili Orta Dünya halkları.

6 Nisan 2020 Pazartesi

Komplo Teorileri aklınızı yavaşlatır tabii bir aklınız var ise.




David Hume'un 300 yıl önce reddettiği nedensellik ilişkisini bile anlamamış ne kadar Aynştayn, ne kadar Şerlok varsa komplo teorisi üretiyor maşallak!

Mesela görsele göre 19 Kasım ve 14 Mart arasındaki 4 aylık uzun sayılabilecek bir süreçte bazı çok uluslu şirketlerin yöneticileri istifa etmiş. Tamamı doğru olsa bile argümanı şöyle iade edebilirim: Aynı süreçte IKEA ya da Coco Cola ya da Toyota ya da BMW ya da Cargill ya da Patek Philippe'nin CEOları da istifa etmemiş. Demek ki 1 çeyreklik dönemde rastgele sektörlerde çalışan çok uluslu şirketlerdeki yönetici istifaları herhangi bir nedensellik fenomeni değildir. Kalan 9 ayda istifa eden CEO'lar var mıdır? Yeni yıla yakın yani şirket karlarının açıklandığı dönemler ve istifalar arasında bir bağlantı var mıdır? Bunun virüs salgınıyla arasında nedensellik kurmamızı sağlayacak bir gerekçesi var mıdır?
Bunların bir de deprem zamanı dolunay ve deprem arasında nedensellik bağıntısı kuran versiyonları vardı, neyse ki şu an virüs kaynaklı işlere merak salmışlar. Onları da şu soruyla reddetmişliğim vardır: Bir gün içinde Dünya üzerinde ortalama kaç deprem kaydedilir? Yılda birkaç milyonluk bir sayı dile getirilmektedir ki bu da günde ortalama 2800-3000 civarında depreme karşılık gelir. Bunların 5 ve üzerinde olanları yıllık ortalama 1500 civarındadır yani gün başına 5 önemli deprem kaydı yapılır. Demek ki günde 5 ayda 150 kere gerçekleşen büyük depremlerle dolunay arasında kurulacak bir bağıntının bir nedensellik içermesi mümkün değildir. Yani sıklıkla tekrarlanan fenomenlerle belli düzenlilikte tekrarlanan fenomenlerin rastgele bir biçimde örtüşmesi bilimsel kanıt değildir.
Düşünmek için evrimleşmiş bir organa sahip olup onu idareli kullanmamız ne kadar da üzücü. Akılcı günler dilerim.

Tuzunuz kuru mu?

Tuz hakkında bir hikaye: aktarıcısı annemdir, bu vesileyle kadından kadına geçen sözlü bilgeliğin değerini de bildirelim;

Şimdi market rafında 3 liraya satıldığı için insanlık tarihi açısından ne anlama geldiğini pek bilmediğimiz değerli bir madendir. Buz dolaplarının, koruyucu kimyasalların, gıda işleme teknolojilerinin olmadığı dönemlerde, tuz, gıdaların saklanmasında kendisinden yararlanılan en değerli doğal bileşiklerden birisidir. Aynı zamanda besicilikte de kullanıldığı için tarım toplumları açısından para kadar önemliydi. O kadar değerliydi ki Salzburg (tuz şehri) gibi şehirlere isim olmuş, standart değişim aracı olduğu için ekonomik bir terim olan 'salary' (maaş) sözcüğünün kökende de kendisini bulmak mümkündür.


İşte tuzun en alttakilerin fiziksel emeğiyle madenler ya da tuzlalardaki etkinlikleriyle elde edildiği dönemlerde, köyün birinde kadının birisi isteyen herkese kocasının tuzladan bin bir emekle getirdiği tuzu vermekte sakınca görmezmiş. Tuz çuvalının kısa sürede tükendiğini gören adam, her defasında karısına her isteyene vermemesi gerektiğini söyler ama kadın komşularla iyi geçinmek için kocasının sözüne kulak asmazmış.

Canına tak eden adam çuvalın dibini görünce hiddetlenmiş ve bir dahaki tuz işine karısını da götürmeye karar vermiş. Tuzlada güneşin altında saatlerce tuz kazan, çamurlu tuzu yıkayıp kurutup kocasının sırtına vurduğu çuvalla eve taşıyan kadın, meselenin iki günlük yorgunlukla bitmeyeceğini anladığında artık çok geçmiş. Çünkü tuz çuvalını taşımaktan sırtında yaralar açılan ve günlerce acı çeken kadın, hasta yattığı yatakta 'hele bir iyileşeyim bir daha kimseye tuz vermem' diye yeminler etmiş.

Neyse efendim hasta yatarken kapıyı tıklatmayan komşulardan birisi, kadının ayaklandığını görünce elinde bir kaseyle kapıda belirmiş. Tuzun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiş olan kadın "gördüm tuzun yokuşunu, götümün yere akışını" demiş, "bir daha kimseye bir çimdik tuz vermem diye büyük yemin ettim". Sonra duraksamış "ver kaseyi" demiş, "kocamın çuvalından vereyim".

Özetle sevgili Orta Dünya'nın kadim halkları, deneyim bile bazen öğretici olmaz çünkü insan özü itibariyle dirençli bir hayvandır.

25 Mart 2020 Çarşamba

Kadercilik: Modern bir dindarlık olarak komplo teorileri

Velev ki dünyayı 6 aile yönetiyor?
Velev ki virüsler laboratuvar ortamında geliştirildi?
Velev ki ilaç firmaları bizi önce hastalandırıp sonra ilacını satıyor?
Velev ki bir yerlerde Çinliler, Fransızlar ya da İsrailliler bu virüsün ilacını üretmiş halde ellerini ovuşturarak bekliyor?
Velev ki dünya üzerinde gereksiz kalabalıklar olarak görülen yaşlı nüfusuna yönelik bir yaş-kırım politikası yürütülüyor?
Velev ki öyle? Velev ki böyle?
Burada sağduyu ile iki soruya yanıt vermek gerekir:
1- Bunları bilmenin bize ne faydası var? Bu komplo teorilerinin hepsi doğru olsa bile ki hiçbirisi birer inanç olmaktan öteye gitmiyor, kanıt olarak sunulanlar bir başka inancın tortuları, bu bilgiler şu anda hayatımızda neyi düzeltir?
2- İnsanlar neden komplo teorilerine, bir sofunun dine ianadığı gibi inanır?
Sırasıyla yanıtlayayım:
1- Hiç!
2- Komplo teorilerine inanmanın gerisinde yatan güdü süvari alayının gelip bizi içinde bulunduğumuz ölümcül muharebeden kurtaracağımıza duyduğumuz ihtiyaçtır. Yani bir yerlerde ilaç vardır, yeterli piyasa oluşunca yani yeterince insan ölünce ilacı onlara istediği fiyattan satabilecek sinsi, kötücül, açgözlü de olsa bir satıcı vardır. Biz de işte sağ kalırsak o ilaca ulaşıp bir biçimde bu sefil dünyada bu iğrenç hayatlarımızı sürdürmeye devam edebiliriz. Yani sorun da bizim dışımızdadır, çözümü de. Kendimizi sıkıntıya sokmamıza gerek yoktur. O zaman olan bitenden hiç etkilenmeyecek, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam edebiliriz.

Komplo teorileri aklı yavaşlatır, bizi kaderciliğe iter. Komplolara, sizin dışınızdaki güçlere, sizden bağımsız işleyen düzenlere iman etmeyin. Aklın kuşku filtresini kullanın. "Tanrı'nın Eli" deymeyecek bize, insanlar bundan sonra daha iyi olmayacak. Gökten bir mucize inmeyecek, dünya birkaç hafta içinde eski haline dönmeyecek. Sizin benim gibi sıradan insanlar olan hekimler, sağlık çalışanları, çöpçüler, market kasiyerleri, lojistikçiler, fırıncılar gibi gerçek insanlar sayesinde hayat olabildiğince devam edecek. Hepsi bu.

Komplo teorileri modern insanın metafiziğidir, kaçının.

18 Mart 2020 Çarşamba

Korona virüsü ve açık toplum bağıntısı

Piyasalar Çin'in olayı atlattığı propagandasını satış almış. Kapalı ve otoriteryan devletlerin verdiği bilgilere, yaydığı haberlere hala nasıl güvenebiliyorsunuz, anlamıyorum. Salgın haline gelmesi zaten tam da bu hesap vermemezlik ve kapalılığın sonucu. Çin, Kasım'da ilk vakayı bildiren hekime soruşturma açtı ve belki kim bilir daha neler yaptı. Salgını haber yapan gazeteciyi hapse attı. Öğrendik ki hekim koronadan ölmüş, gazeteci kim bilir ne oldu. Örtbas etmeye çalışmasalardı belki bu hale gelmeyecekti. Keza İran da öyle.

Şu ya bu ölçüde açık ve hesap verilebilir olan "Batı" toplumlarına bakın, siyasi liderler yani sorumluluk sahipleri hemen çıktı ve önlemleri açıklayıp halklarına moral destek verdi; endişelenin ama paniklemeyin dedi. Beğenin beğenmeyin, Papa bile saçmalamaktan imtina etti.

Mesela çoğunluk sanıyor ki İtalya'da devlet önlemleri geç aldı, yanlış. Gevşek İtalyanlar devletin yaptığı uyarıları, tıpkı bizim yaptığımız gibi, ciddiye almadığı için salgını diğer Avrupa devletlerine göre daha hızlı yaymayı becerdiler. Adı pek anılmayan İspanya da keza öyle.

Umut etmek istediğinizi anlayabiliyorum ama umut umutsuzluktan doğar, aklınızın bir köşesinde bulundurun bunu.

5 Mart 2020 Perşembe

Küfür niyetine..

Yalınlık iyidir ama düzlük iyi değildir. Yalınlık için bilinçli bir geri dönüş, sadeleşme gerekir.. Düz insan olumludur, hiç değilse kimseye zararı yoktur ancak kimseye zararı olmamak tek başına yeterli değildir. Zira düz insan bilinçli bir seçime binaen değil, elinden o kadarı geldiği için öyledir. Hayatı olduğundan daha iyi hale getiresi yoktur.

İnsan zaten külliyen ziyandır..

2 Mart 2020 Pazartesi

Mültecileri bile mülteci ederken..

Mültecileri bile mülteci ederken..

Atalarım mülteci değil mübadildi. 1924'de bir gece ansızın Selanik civarındaki köylerdeki evlerinden ertesi gün vapurlarla Anadolu'ya gönderilecekleri haberini almışlar. Taşıyabilecekleri az miktar eşyayla yollara dökülüp uzun ve çaresiz bir yürüyüş ve korku dolu bir deniz yolculuğundan sonra ilk önce İstanbul ardından da Samsun'a indirilmişler. Oradan da mübadelenin öteki mağdurlarından kalan yerlere yerleşmek üzere Anadolu'da kendilerine gösterilen arazi ve evlere sürülmüşler.

Geldikleri yerlerin yerel halkları tarafından dışlanmakla devam eden, Çağan Irmak filmlerinin estetize ettiği türden bir yokluk, yoksunluk, çaresizlik, ihmal ve iğfal edilmişlik hali yaşamışlar.
Çoğu nasıl olsa geri döneriz diye gelmiş onca yolu, dönememek fikri pek kabul görmemiş zihinlerinde.

Ölüp giderken bile ağızlarında evleri, köyleri, Rum komşularının adları vardı. Belki açık bir nefretle karşılanmadılar ama farklı oldukları her zaman hissettirildi. 'Rum'lukları, 'dönme'likleri, 'gavur'lukları her daim içten içe hissettirildi. Sonraki kuşaklar belki bazı açılardan rahat ettiler ama yurtsuz, yuvasız, topraksız olmanın, sürgün olmanın bedelini de hep ödediler. Daha da önemlisi başkalarının, hadi açık söyleyelim, siyasilerin yaptıkları seçimlerin bedelini ödediler.

Diyeceğim o ki sevgili Orta Dünya halkları, elinizde başka halkların çocuklarının kanı olmasın. Neticede nefretin büyüğü vicdanın küçüğünün eseridir.

21 Şubat 2020 Cuma

Küçük Filozofun (!) Düşündürdükleri: Kitapsızların Kitapla ve Felsefeyle İmtihanı!

Tanıyanlar bilir, çok okuyan birisi değilim lakin iyi şeyler okuduğumu düşünürüm. Çocukken mesela Rabelains'in Gargantua ve Pantagruel adlı kitabını, bir masal kitabı gibi, çoğunlukla hayretler içinde ve kahkahalar atarak okumuştum. Ama kitabın ne anlattığını belki 10 yıl sonra, üniversitede, Tülin Bumin'den aldığım Orta çağ ve Rönesans  Döneminde Felsefe dersinde Coğrafi Keşifler ve  matbaanın yaygınlaşması ile roman türünün ortaya çıkması ve  ütopya edebiyatı arasındaki ilişki işlenene kadar tam olarak idrak etmiştim. Üstelik şanslı bir çocuktum çünkü erotizm olduğunu bilmeden erotizmi birincil elden okumuş ve bununla ilgili herhangi bir utandırılmaya maruz kalmadan açık fikirler edinebilmiştim. Şimdi okusam bambaşka şeyler görürüm, eminim ama şimdi bu kitabı çocuklara tavsiye edebileceğimden emin değilim. Gene çocukken okuyup çok beğendiğimi düşündüğüm Salinger'ın Çavdar Tarlasında Çocuklar romanını geçen yıl yeniden okuduğumda "bu eleman Amerikalı olmasa kattiyen bu kadar ünlü olamazdı"  diye düşünmüştüm. Demek ki artık roman zevkim iyice incelmiş.

Birkaç gündür felsefe öğretmeni olmam hasbiyle bana mütemadiyen  gönderilen 10 yaşındaki bir erkek çocuğunun bir yetişkinle yaptığı nihilizm sohbeti videosu sayesinde "okumak"tan tutun da "çocukluk nedir?"e, "üstün zekalı olmanın dezavantajları"ndan tutun da "filozof yeleği modası"na kadar çeşitli konular hakkında düşünüyorum. Çok okumanın bir anlamı olmadığı gibi tek yönlü okumaların da tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Örneğin geçen günlerde yayınlanmış olan ve yüzden fazla baskı yapan tılsımlı güçler içerdiği iddia edilen bir kitap şu anda en çok satanlar listesinin başında. Daha önce magazin figürleri tarafından yazılmış ve  pizza olmadığımızı ya da Allah dedikten sonra ötesini bırakmamızı tavsiye eden kitaplar da benzer şekilde çok satmıştı.  Biz kitapları rafta ya da musafa sarılı olarak duvarda seviyoruz.  O nedenle bodurgillerin, şeymagillerin, haragillerin tek cümlelik aforizmaları ve duvara asılan ama asla okunmayan ayetleri seviyoruz. Ondandır ki özgüveni yerinde biraz da ağzı laf yapan 10 yaşındaki bir çocuk "5 ayda 250 kitap okudum" deyince şaşırıyoruz.  Çünkü biz de çocuğun okuduğunu iddia ettiği kitaplarla ilişkili değiliz. O Platonlar, Aristotelesler, Spinozlar 10 yaaşındaki bir çocuk tarafından okunabilir mi? Okunur. Anlaşılabilir mi? Eğer çocuk hakikaten parlak bir zekaya sahipse, evet. Ama henüz duygusal olarak gelişmemiş bir çocuk, ne kadar zeki olursa olsun henüz muhakeme yapabilecek halde değildir. Üstelik hepimiz çocuklardaki ezber kabiliyetinin genişliğine ilişkin eğlenceli anılara da sahibizdir. Üstün zekalı bir çocuğa pekala tıp eğitimi verebilir ve mesela üreme organlarının işlevleriyle ilgili bilgileri öğretebilirsiniz. Ancak anlağı bilgileri kabul etse de henüz gelişmemiş duyguları nedeniyle cinsel ilişkinin anlamını asla tam olarak idrak edemeyecektir. Üreme işlevi ve seks arasındaki farkı anlaması için hiç değilse bilinçli bir erinlik çağında olması gerekir.

Bize matbaanın geç gelmesi bir gelişmemişlik ölçütü olarak sunulur. Doğru ama eksik bir argümandır. Zira asıl mesele matbaanın gelmesinden sonra matbaanın işlevsiz hale gelmesi sürecidir. Sorun sanıldığı gibi hattatların işsiz kalma endişesiyle matbaaya karşı çıkması değildir. Sorun zaten matbaanın bastıklarını okuyacak bir okuyucu kitlesi olmamasıdır. Gayrı Müslümler'i bir tarafa koyacak olursak koskoca imparatorlukta devletin memurları dışında kitap okuyan, dolayısıyla matbuat talep eden kimse neredeyse yoktu. Bugün modern eğitim sayesinde okuma yazma oranları yükselmiştir ama kimse bizlerin okur yazar olduğunu iddia edemez. En "dişli" kitaplar beşbiner adet basılıyor. Öğrenciler okuma kökenli ödevleri yapmaktan kaçınmaktadır. Durağa yanaşan otobüsün tabelasını okumak yerine sürücüye sormak daha kolay gelmektedir. Ne gazete okuruz  biz ne uyarı levhası, kaldı ki kitap..

Dediğim gibi, sistemli bir okuyucu değilim. Okumanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. İhtiyaç hissedersen günde bir kitap bitirirsin, hissetmezsen 10 gün eline basılı bir şey almadığın olur. Sosyal medyada önüme düşen otu çöpü de dahil edecek olursam günde ortalama 100 sayfa okuduğumu tahmin ediyorum. Tabii ki bunların çoğu besin değil atıştırmalık. Okumanın birçoğu insanın iddia edeceği gibi bir boş zaman etkinliği olduğunu da düşünmüyorum. Düzenli yapılması gereken bir iş, eğitimli insanın aklına karşı yerine getirmesi gereken bir ödevdir. Çeşitli ve katmanlı olmalıdır.

Küçüğün sosyal olan - olmayan medyanın elinde harcanmadan aydınlık bir yolda ilerlediği, büyüklerin de bilmedikleri konular hakkında atıp tutmak yerine bilenlerin yazdığı şeyeri okudukları günler dilerim sevgili Orta Dünya halkları.

26 Ocak 2020 Pazar

Deprem gibi birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz zamanlarda siyaset konuşulur mu?

Deprem de ölümcüldür virüsler de. Çevre kirliliği de ölümcüldür kötü beslenme de. Bilim size neden sonuç ilişkisi sunar, öngörüde bulunur. Siyaset bu noktada bilime kulak verip vermeyeceğini seçeceğin alandır. Yani sen siyasetçini seçer, ona göre yaşar ya da ölürsün.
Bilim siyasetin aksine mucizeler sunmaz. Ölümsüzlük ya da her istediğinizin olacağı cennetler vaad etmez; Depremi, trafik kazalarını, hastalıkları önlemez. Risksiz bir hayat mümkün değildir ama bilim size eldeki imkanlar çerçevesinde riski azaltma olanaklarını sunar.
Vergilerinin nereye gittiğini sormak bilinçli yurttaşlığın sünneti değil farzıdır. Bu siyasetse siyasetin en olması gereken halidir. Bunu sorgulamayan yurttaş yurttaş değil reayadır. Yurttaş da kuşkusuz ölür ama reaya gibi mezbahada kıyıma gider gibi ölmeye razı olmaz.