5 Aralık 2017 Salı

5 Aralık Kadın Hakları Günü

Günde 5 kadının erkek egemen şiddet neticesinde öldürüldüğü ülkede Nene Hatun edebiyatıyla, "ah Atam, bizlere seçme ve seçilme hakkını tanımıştı, ne mübarek bir erkekti" dövünmeleriyle kadın hakları savunulmaz. Çok merak eden İstanbul'da yapılan uluslararası kadın hakları kongresinden sonra kapatılan Türk Kadınlar Birliği tarihini ve kovuşturmaya tabi tutulan  Nezihe Hanım gibi feministlerin hayatını araştırsın.

Politikacıların kadın erkek eşitliğine inanmadığını açıkça söylediği, kadının en önemli görevinin annelik ve ev kadınlığı ile sınırlandırıldığı, kadın olmanın yalnızca biyolojik rollerle kutsanıp "Allah'ın erkeğe emaneti" olmakla aşağılandığı bir zihniyetten çok şey beklememek lazım.

Kadınlar kendi göbeğini kendisi kesmediği sürece, ne kadından ne de erkekten bir halt olmaz.
Kendi tuzları kuru olduğu için mağdur kadınları umursamayan kadınlar için özel bir cehennem var.

Ne kadar az devlet, o kadar çok insan!

#5AralıkDünyaKadınHaklarıGünü

27 Kasım 2017 Pazartesi

Numen-Fenomen Ayrımı ve Eleştirel Düşünce..


Batı Felsefesinin kullanmayı pek sevdiği kavramlardan birisi, eleştirel düşünce kavramıdır. Akıl yürütme, çözümleme, birleştirme, değerlendirme gibi bilişsel süreçleri ifade eder. Eleştirel düşünmenin, kişisel açıdan en önemli bulduğum yönü, bireyin, tartışmayı safsatadan ayırabilmesine, yargılama yetisinin gücüne, inançlarının biçimlenmesine, yeğlemelerinin ve eylemlerinin doğru ve geçerli olmasına önemli katkıda bulunmasıdır.

Eleştirel düşüncenin adımlarından birisi, görünenler ve görünenlerin gerisindeki “diğer” nedenleri ayırt etmenin kavranabilmesidir. Güncel politik olayları bu gözle değerlendirmek hem çok kolay hem de çok zor. Kolay çünkü güncel politika çoğunlukla görüntüler üzerine inşa edilir. Zor çünkü bir işin çok fazla içinde olduğunuzda, bir süre sonra gerçekte olup biten şeyleri, o olup biten şeylerin neleri gizlemek için sergilendiğinden ayırt etmek aklı bulanıklaştırıyor. Tarih derslerinin efsane klişesi akla gelmelidir "savaşların bir görünür nedenleri vardır, bir de gerisinde yatan gerçek nedenleri".

Günümüz insanı, kendisine sunulmuş olandan, "akılsal bütçesi"nin yettiği kadarını seçip satın alır. Böylece hem zekasına sıklet yüklememiş olur, hem de "iyi vatandaş" olarak sistemle çatışmadan geçinip gider.

Galiba A.B.Dnnin efsane Dış İşleri bakanı Henry Kissenger'a ait bir sözdü: "politikada bir şey tesadüf gibi görünüyorsa, öyle görünmesi istendiği içindir. Demek ki sosyal/siyasal hayatta tesadüf gibi şeyler değil, öyle görünmesi işe gelen "fenomenler" vardır. O görüntünün arkasına bakmak aklın yapabileceği en şahane edimdir.

İnsan toplulukları sorunlarını kendileri üretirler. Normal koşullarda, ürettikleri sorunlara çözümleri de kendileri üretmelidir ancak genellikle böyle olmaz. Çoğunluk sorunun kaynağını kendinde görmediği için, çözümleri de başkalarının getirip kendilerine ikram etmesini beklerler.

Eleştirel düşünceden yoksun topluluklar, düşündüklerini zannettikleri fenomenlerle oyalanırken, yönetenler sınıfı bizim gerçekliğimizi, bize rağmen belirlemeye ve düzenlemeye devam eder..

24 Kasım 2017 Cuma

24 Kasım Öğretmenler Günü müdür?

Günün mana ve Ehemmiyetine Binaen:

Bugün aslında öğretmenler günü değil, Atatürk'ün Başöğretmenlik Ünvanını kabul edişinin yıldönümüdür. 12 Eylül Askeri Cuntası, 5 Ekim Uluslararası Öğretmenler Gününün alternatifi olarak dayattığı bu günü, aslında hiç de haketmedeiği bir biçimde yozlaştırmayı başarmış, bu politik dayatma, ne yazık ki aradan geçen 30 yılda güçlü bir yerleşiklik kazanmıştır..Bunun için üzgünüm...

Yaptığım iş kutsal değil, profesyonel bir meslek. Tıpkı diğer profesyonel meseleler gibi ele alınmalıdır. Fazlaca övülmeyi haketmediği gibi, bu kadar yerden yere vurulmayı da haketmemektedir.

Nesnesi doğrudan insan olduğu için özel bir bilgi ve ilgi ve duyarlılık gerektirmektedir, o kadar. İşin doğrusu gördüğümüz muamele de zaten hakettiğimiz muameledir...

Özel günlere, kutlamalara itibar eden birisi sayılmam..  Ama başkalarının hassasiyetine de imrenmeyle ve sevgiyle  bakarım.. Yaptığım işe inanıyorum, o kadar.. Ve bazen de o işi neden yaptığımı hatırlatan şeyler oluyor.. İşte o zaman "tamam" diyorum... Yetiyor..

Günümüzü kutlayan öğrencilerime ve meslektaşlarıma da sevgiler.. Umarım benim kadar mutlu bir meslek erbabı olurlar..

9 Kasım 2017 Perşembe

İlkçağ felsefesine dair notlar..

Felsefe tarihinde, hakkında kovuşturma yapılan ilk filozof, Klazomenai'li Anaxsagorastır. Dinsizlikle suçlanmış, ucuz kurtulmuştur..

Kitapları şehrin Agoradasında yakılan ilk filozof, Protagoras'tır. Dinsizlikle suçlanmış, Atina'dan kaçarken geçirdiği bir deniz kazasında ölmüştür..

Elealı Zenon, siyasi bir komploya bulaşmış, tutuklandığında, devirmeye çalıştığı tiran Nerakhus tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür..

Savunduğu fikirler uğruna ölüme mahkum edilen ilk filozof Sokrates'tir. Dinsizlik ve gençlerin ahlakını bozmakla suçlanmıştır.. Baldıran otu ile zehirlenerek idam edilmiştir.. 

Corinthos'lu filozof-tiran Periander, suikasta kurban gitmiştir.. 

Arkhimedes, Roam tarafıdan işgal edilmiş Siraküza sokaklarında , toprağa çizdiği geometrik şekillerin başında düşünürken, onu Marcellus’a götürmek isteyen bir askerin kılıç darbesiyle ölmüştür. Son sözlerinin "şekillerimi bozmayın!" olduğu söylenir.

Tüm bunlar felsefenin doğuşundan sonraki 200 yıl içinde olmuştur. Söyleyeceklerim bu kadar..

29 Ekim 2017 Pazar

İyi gelen şeyler..

Bize iyi gelen şeyler vardır.. Bazen insanlar, bazen mekanlar, bazen konuşmalar bazen konuşmamalar, bazen deneyimler..
Neyin iyi geldiği tamamen kişisel tarihimiz, deneyimimiz, ihtiyaçlarımızla ilintilidir.. Bu nedenle değişkendir.. Bana iyi gelenler, bir başkasının iyiliğine olmayabilir.. Hatta bana bugün iyi gelenler, günün birinde iyi gelmeyebilir.. Mutlak bir "iyi" kodeksimizden çok, ihtiyaçlara göre oluşturulan bir alışveriş listesine benzeyen "iyi gelenler" listemiz vardır.. Günün koşullarına göre günceller; bütçemiz, kapasitemiz ya da lüksümüze göre eklemeler, çıkarmalar yaparız...
Bununla birlikte "iyi gelme" halinin iki yönlü işlediğinin unutulmaması gerekir; iyi gelenler ve iyi geldiğini zannettiklerimiz. Gerçekten iyi gelen şeylere, rahatlama, huzur ya da buna benzeyen olumlu haller eşlik eder.. Ancak bu eşlikçilere bakıp yanılmamak gerekir zira tiryaki için sigara, bağımlı için uyuşturucunun yarattığı iyilik halleri de yanıltıcı eşlikçilerdir.. Sonrası sıkıntılıdır; her defasında katlanarak artan bir zaafa dönüşürler.. 
Gerçek bir iyi gelme hali, kanaatimce, rahatı bozduktan, karıştırdıktan, hatta sıkıntı yarattıktan sonra geliştiren, sağıltan, düzenleyen bir süreçtir.. Kendimiz hakkında en doğru bilgileri, bize sahte bir nezaketle davrananlardan değil, yeri geldiğinde kırıp dökenlerden öğreniriz.. Bizi kötülüğü dokunanlar, her zaman kötüler olmaz.. Tabii ki iyiler de her zaman iyiliğimizle sonuçlanan katkılar sağlamaz.. 
Israrla reddettiğiniz, kabul etmek istemediğiniz, rahatınızı bozan şeylere bir kere daha dikkatlice bakın.. Belki de asıl iyi gelenler, şeytanlarımızla yüzleşmemizi sağlayacak olan reddetiklerimizin gölgelerinde ikamet etmektedir..  

22 Ekim 2017 Pazar

Savaş Tanrısı'nın iki oğlu..

Güneşe en yakın 4. gezegen olar Mars ya da diğer ismiyle Ares, Yunan mitolojisinde Savaş Tanrısının evi olarak onurlandırılmıştır.. Astroloji ve astronomi arasındaki büyük farkı unutmayarak, gökyüzüne gözlerini dikip evrenin sınırlarıını emrak etmiş atalar ve analarımıza selam olsun.. 

Phobos (panik, korku) ve Deimos'a (terör, dehşet) adı verilen iki uydusu astronom Asaph Hall tarafından 1877'de keşfedilmiştir..Yuna Mitolojisine göre Phobos ve Deimos, Mars'ın (Ares) Venüs'ten (Afrodit) dünyaya gelen iki oğlunun adıdır..Astronom Hall isteseydi, bu tarihi keşfe kendisinin, karısının ya da köpeğinin adını verebilirdi ama öyle yapmadı..İşi ya da ilgisinin dışında, mesela mitoloji gibi işe yaramaz konularda da bilgi sahibi olan bir insana yakışanı yaptı ve uydulara, hakettikleri romantik adları verme inceliğini gösterdi..

Astronom Hall ve onun gibiler, bana, sadece işini bilen ya da onunla ilgilenen, bunun dışındaki konulardan habersiz olanların, aslında hiçbir şey bilmediklerini anımsatır.. Tek bir şey bilen, hiçbir şey bilmemektedir.. 

Resimde, üstte Phobos ve altta kardeşi Deimos

21 Ekim 2017 Cumartesi

Gittiğiniz yere kendinizi götürmeyin..

Kinikler, felsefe tarihi içinde en sevdiğim figürlerin başında gelir, Sinoplu Diogenes ise, Kinikler içinde özel bir yere sahip bir isimdir. Hayatı hakkında en bilinen rivayet, kendisinden bir isteği olup olmadığını soran Büyük İskender'e "güneşimi engelliyorsun" demesidir. 

Benim tekrarlamayı en sevdiğim rivayet ise, uzun yıllar boyunca süren bir geziye çıkıp dünyayı dolaşan varlıklı bir asilzade hakkında söyledikleridir. Diogenes'e "falanca kişi yıllarca dünyayı gezdi, bir sürü insan tanıdı, bir sürü yer gördü, hiç değişmemiş, hala aynı kibirli kişi" diye yakınmışlar. "Giderken kendini de götürmüştür" demiş. 

Ne zaman hayatından şikayet eden, "her şeye sıfırdan başlasam" ya da "hayatı sil baştan yaşamak istiyorum" diyen birine rastlasam aklıma hep bu hikaye gelir. Yeni başlayacağın hayata kendinin bu halini götüreceksen, yeni hayatın seni olduğundan daha mutlu birisi yapmaya yetmeyecektir..

18 Ekim 2017 Çarşamba

#MüftülükYasasınaHayır

#MüftülükYasasınaHayır

İslam uygarlığı açısından nikah, dünyevi bir işlemdir. İki kişi arasında yapılan bir sözleşmedir ve nikahın dini bir boyutu yoktur.Yani aslında nikahın dini olanı, resmi olanı diye bir şey yoktur. Varılmak istenen evlilik birliğinin kamuoyuna duyurulması, dolayısıyla evlilikten doğan miras, mal ortaklığı, çocukların nesebinin belirlenmesi gibi hakların yasalar tarafından güvence altına alınması esastır. Nikah gayet seküler bir işlemdir, gösterilmeye çalışıldığı gibi dini bir boyutu yoktur. 

Söylendiği gibi bazı Batı ülkelerinde Kilise nikahı hala mevcuttur ama sanıldığı gibi resmi değeri olan bir uygulama değil, geleneksel bir tören olarak yapılmaktadır. Çiftler gene de belediyede resmi bir işlemi gerçekleştirmek zorundadır. Üstelik pek çok Batılı ülke yol açtığı hukuki sorunlar nedeniyle Kilise Nikahı uygulamasına son vermiştir. Nedense Müftü Nikahı savunucuları bu konuları es geçmektedir. Modern dünyada Medeni Hukuk mesleleri "mehir hakkı" ve "boş ol" ile çözülemeyecek kadar karmaşıktır.

Kaldı ki mesele nikahı kıyanın devlet memuru olması değildir. Ben de devlet memuruyum diye minareye çıkıp ezan okusam olur mu? Mesele prosedürün tıpkı nikah dairelerindeki gibi uygulanmayacak olmasıdır. Kimsenin kendini kandırma lüksü yok, özellikle kırsalda, küçük yerlerde, yanına bir kadını alan bir erkek "evlenmek istiyoruz, bu da iki şahit" deyip müftünün karşısına çıkacaktır. Müftü kadının yaşını soracak mıdır? Tabii ki hayır. Müftü adamın başka bir kadınla resmi olarak evli olup olmadığını soracak mıdır? Tabii ki hayır. Çoğu müftü parayı alacak, nikahı kıyacak, yapılması gereken nüfus kaydı kovuşturması, nikah duyurusunu askıya alınması işini yapmayacaktır. Sonra gelsin acıklı çocuk yaşta evlendirilmiş kadın hikayeleri.. Erkek şiddeti.. Mağduriyetler... Erken yaş doğumlarında yaşanan ölümler.. İntiharlar..

Anadolu kasabalarında, büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşanacak mahalle baskısını hesaba katmıyorum bile. "Falancanın kızı resmi nikah istemiş, falancanın oğlu müftü nikahı istememiş" dedikodularıyla baş etmek istemeyen aileler, mahalle baskısına boyun eğecek, ne kadar dinar olduklarını gösterme yarışında birinci olmak için müftü kapısını aşındıracaktır.
Sadece şu soruyu sormak bile aydınlatıcı olacaktır: bu ülke kadınının en büyük sorunu, nikah kuyruğu beklemek midir? Öncelikle kadınlar karşı çıkmalıdır

#MüftülükYasasınaHayır

17 Ekim 2017 Salı

Akıl akıl! Gel bağırsağıma takıl!


Pek çok makul görüşe göre insanın özü yani onu o yapan şey, düşünme yetisidir. Tartışmalı bir iddia  da olsa, bu varsayım, sorumuza yanıt aramak için iyi bir kerteriz noktasıdır. Sakıncalı olan şey, akla yüklenecek anlam enflasyonudur. Zira akıl kendi başına bir değer olmaktan, saf, kristalize bir varlık alanı, her işi bilen, düzenleyen, duygularımız dahil tüm psikolojik hatta yeri geldiğinde fizyolojik gereksinimleri bile irade aracılığıyla denetleyen bir gerçeklik değildir. Akıl, sorunlarımızı çözen bir araç, araçlar üretmemizi sağlayan bir araç, dolayısıyla kendi başına bir değeri olan soyut bir varlık değil, insan varlığının bütünlüğünü koruyan bir ayar, ölçü ve ortaklaştırma zeminidir.

Aklın duyguları kontrol edebileceğine dair yaygın yanlış, ruh ve bedenin iki ayrı varlık alanı olduğuna dair yaygın yanlıştan kaynaklanır. Başımıza ne geldiyse, bu dünyayı öteki dünyadan, ruhu bedenden, aklı duygudan ayırmayı marifet sanan Platonik ve Kartezyen dualizmden geldi. Biri olmadan diğerinin de olabileceğine dair bu ayrımlar, metafizik açıdan zengin imkanlar sunan ama fizik açıdan işimizi zorlaştıran sonuçlar doğurdu. İnsan zannetti ki, alt olmadan üst, sağ olmadan sol, yazı olmadan tura mümkün olabilir. Birinin lehine diğerinden vaz geçmek, aralarındaki açıklığın yarattığı mesafe meselesine değinmeden birinin diğerini kontrol etmesi mümkün olabilir. Halbuki öyle olmadı.

Akıl bir keşif aracıdır. Duygu, sezgi, beden gibi diğer şeyleri keşfederken, kendini de keşfeden bir keşif aracıdır. Bu keşfi ilahi, uhrevi bir misyonla, doğaüstü güçlerle donatılmış bir süper kahraman edasıyla da yapmaz. Akıl, kendinden beklememiz gerektiği gibi, zemini yoklayarak adım adım, sağlam basmak için ağır ağır yürüyerek işler. Sorun şu ki, varlığının bu en önemli parçasına taparcasına hayranlık duyan insan, ona kaldırabileceğinden fazla iş yüklemiştir. Oysa akıl ne duyguyu, ne güdüyü ne fizyolojiyi ne de diğer insani gerçekleri kontrol edebildi

Sistemli diner, mitolojiler, etik öğretiler bize sık sık, aklın, iyi ve kötü arasındaki ayrımı yapabileceğini dolayısıyla da iradeyi kullanarak kolaycacık, şıppadanak iyiyi seçeceğimizi vaz ettiler. Kötülük, -Nietzsche'nin haklı olarak sorduğu gibi eğer varsa-, akılsızlığa bağlandı. Eğer insan aklını yeterince kullanabilseydi doğruyu bilir ve zorunlu olarak seçerdi. Akıl duyguları kontrol edemediği için hata yapıyorduk. İrade yeterince bilenmediği için zayıftık.. Oysa bunların hiç birisi doğru değil..
Akla çekebileceğinden fazla yük bindirdik.. Bildiğimiz çektiğimize yetmedi.. Kimi akıl kendini kendinden korumak için şalterlerini indirdi.. Kimisi de bütün kanallarını açıp dışarı taştı.. Velhasılıs kelam, akıl, akıllı olmaktan çıktı..

Aklı yeniden yuvasına çağırıp kendi içine yönlendirmek yani olan bitenin analizini yapan bir keşif aracı haline getirmek lazım.. Onun işi duyguyu, tutkuyu, insani zaafları (!) kontrol etmek değil, olana anlam getirmektir.. Sonrası zaten gelecektir..

Aklımızın aklımızın içeriklerini keşfinde hepimize iyi uçuşlar dilerim.. 

14 Eylül 2017 Perşembe

Medeni dünyayı medeni yapan şey nedir?

Kötü insanlar dünyanın her yerinde vardır, tıpkı iyi insanların olduğu gibi..
Kadınlara tecavüz eden, çocuklara göz diken, çalan, yalan söyleyen, yasaları hiçe sayan, ırkçı düşüncelere sahip, cinsiyet ayrımcısı, fanatik, bağnaz, şiddet eğilimli, özetle bir biçimde kötü insanlar..


Medeni dünyayı medeni olmayan dünyadan ayırt eden şey bu gibi insanların olmaması değildir. Misal, medeniyet söz konusu olduğunda örnek vermeyi pek sevdiğimiz Hollanda, Kanada, Finlandiya, Yeni Zellanda ya da İsveç'te de yukarında saydığım kötücül özelliklere sahip insanlar vardır. Orada da tecavüz eden, cinayet işleyen, pedofil, ırkçı, ayrımcı, fanatik insanlar yaşar. Bu gibi ülkelerin tarihleri de şiddet, vahşet, kaos, nefret, ayrımcılık örnekleriyle doludur...

Onları bugün medeni saymamıza neden olan şey, bu sayılanların olmamış olması, olmuyor olması, olmayacak olması değil, olduğunda mücrimin başına gelecekleri bilmesidir. Medeni dünyada yaşayan şiddet yanlıları, ayrımcılar, sapıklar, katiller, sistemin onları yakalama ihtimalinin yüksek olduğu bilgisiyle yaşarlar.. Ve tabii bir kez yakalandıklarında da bunun bedelini ödeyeceklerinin bilgisiyle.. Yani medeni dünyanın insanları iyi doğmaz, iyi olmayı öğrenirler.. Sistem, beğenelim ya da beğenmeyelim, onları kendilerini kontrol etmek konusunda zorlar.. Üstelik bu zorlama büyük ölçüde işe de yarar..

Medeni dünya, insanların, suç işlememesiyle değil, yaptıkları eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacakları duygusunu yaşatmasıyla iş görür..

Kötüler her yerde vardır, yalnızca yüz buldukları yerlerde gerçek yüzlerini rahatlıkla ortaya koyabilecek cesarete sahip olurlar..

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Politikacılar toplumu mu idare ediyor?

Dünyaya karşı bakış açımızı belirleyen şey, düşüncelerimiz değil duygularımızdır.

Siyasi görüşümüz, sandığımız gibi, entelektüel-bilişsel değil, duygusal-fizyolojik-kimyasal süreçlerle oluşur. C. G. Jung, belli kişilik eğilimleri olan insanların belli siyasi görüşleri benimsemiş olmasının tesadüf değil, belirlenim olduğunu söyler. Sonra gider o eğilime uygun bir siyasi görüş benimseriz.

Başarılı (!) politikacılar, bizim fikirlerinizi değil, duygularımızı yönlendirenlerdir. Bu nedenle sıklıkla öfke, kızgınlık, umutsuzluk, korku, nefret, kin gibi olumsuz duyguları tetikleyen söylemleri benimser, toplumsal sınıflar arasında bu türden duyarlılıkları kaşıyan girişimlerde bulunurlar.

İnsanların birbirine karşı duyduğu olumsuz duygular ne kadar yoğunsa, yönlendirilmeleri de aynı ölçüde kolay olur.

Hitler mitinglerini akşam saatlerinde, insanların en yorgun, hüzünlü ve etkilenmeye açık olduğu zamanlarda yapardı. Duygusal bir kitleyi yönetmek, düşünen bir kitleyi yönetmekten kolaydır. Kimden nefret ettiğiniz, korktuğunuz ya da kime karşı kin duyduğunuza bir kere daha bakınız. Orada başka bir şeyin hayaletinin dolaştığını göreceksiniz.

Duyguyla değil, akılla...

14 Temmuz 2017 Cuma

Kişisel gelişirken cüzdanı kaptırmak..

İnanç eksikliğinin yarattığı boşluğu "modern din"lerle doldurmaya çalışan bir okuyucu tipi türedi. Bunlar daha çok sosyal medya üzerinden takip ettikleri karizmatik (!) tiplerin bir cümlelik hap örgütleri ile kişisel gelişim zırvaları ile hayatlarını anlamlandırmaya çalışıyorlar. Kendilerini eğitimli, aydın, ilerici ya da modern zannettiği için de geleneksel İslam yerine Elif Şafak ve Gülben Ergen'in gibilerin sulandırdığı Mevlevilik, Moda ya da Kıbrıs Şehitlerin'de açılmış yoga stüdyolarında yarım yamalak Budizm ya da artık meşrepleri ve bütçeleri neye izin veriyorsa oradan beslendikleri spiritüel işlere oluk oluk para akıtıyorlar. Fincanı 200 liralık kahve falı konusuna hiç girmiyorum, bildiğin gerzeklik.

"Elif Gibi Sevmek", "Allah De Ötesini Bırak", "Yol" gibi alengirli ve iddialı adlarla basılan ve satış rakamları milyonları bulan kitapları, seansı 1000 liralarla ifade edilen mucizevi (!) terapi yöntemleri, Instagram v.b. sosyal medya hesaplarında yüzbinlerce zevzek ve sulu kafa takipçisi olan bu sahtekarların tek bir ortak yönü var: birdenbire elde ettikleri servet ve o servetleri sayesinde elde ettikleri süper lüks hayat. Üstelik bu zengin ve görkemli hayat, takipçileri ya da müritlerine verdikleri tevazu, azla yetinme, vakar, sakinlik, huzur gibi ucuz öğütleriyle tezat oluşturuyor. Mesela Allah Diyip Ötesini bırakan abi ilk önce arabayı sonra karısını değiştirmişti. Kapışan Aşkım, kurumsal firmalara 40 dakikası 20.000 $'a stand-up gösteriler yapıyor.  Son magazin örneği O'Hara Metin bey de, hiçbir tıbbi yeterliliği olmadığı halde yaptığı iddia edilen "pseudo-science" işlerle elde ettiği serveti orta sınıf her Türk erkeğine servis edilmiş Adriana bacımla Bodrum'da eziyor.

Bir şeye inanmak istiyorsanız Tanrı'ya inanın; birisinin yol göstericiliğine ihtiyacınız varsa o dinin peygamberi de vardır, ermişleri de... Üzgünüm, kolay dindarlık olmaz. Insanlar Instagramda okudukları cümlelerle gelişmez. Kimse size, sizden bir şey almadan bir şey vermez. "İki rekat namaz kıl", "çocuk esirgeme kurumunda gönüllü anne ol" ya da "doğa derneğinin ağaç dikme etkinliğine katıl" desen burun kıvıracak kişiler en ucuz yoldan uhrevi kimliklere bürünmek istiyor. Ama olmuyor.
Bana gelince, "ulan Metin Hara bile milyon satan kitaplar yazabiliyorsa, ben de yazarım, sevgili Orta Dünya halkları" diyorum. Okursunuz, değil mi?

11 Temmuz 2017 Salı

Srebrenitza'yı unutma!/ Never forget #Srebrenica

Temmuz'un 11'i, 1995'te general Ratko Mladiç komutasındaki Sırp Cumhuriyeti ordusunun, güya Birleşmiş Milletler güvencesi altında bulunan Srebrenitza'ya düzenlediği baskının yıl dönümüdür.
2. Dünya Savaşından sonra Avrupa'da yaşanan en büyük katliamda resmi rakamlara göre, aralarında kadın ve çocukların da olduğu sonradan tespit edilen, çoğu yetişkin erkek 8372 Bosnalı soykırıma uğramıştır. 400 personelden müteşekkil Hollandalı Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerleri, korkup Garnizondan çıkmamış ama savaş sonrasında, Hollanda Kraliyet Ailesi tarafından, adeta Bosna'lılarla dalga geçer gibi, üstün kahramanlık madalyasıyla ödüllendirilmistir.
Otu boku soykırım ilan eden Birleşmiş Milletler Genel kurulu kabul etmemiş olsa da, Srebrenitza'da yaşanan soykırımdır. Türkiye Cumhuriyeti dahil, bütün Batı nedeniyeti göstere göstere gelen bu soykırımdan sorumludur.
Srebrenitza'yı unutma! Çünkü bu ve buna benzeri kıyımları unutmak, günün birinde başımıza gelmeyeceği duygusunun tembbelliği ve umursamazlığıyla yaşamaktır!

4 Temmuz 2017 Salı

Hepimiz potansiyel mülteciyiz...

Mülteciler düşmanınız değildir,  asıl düşman insanları mülteci haline getirenlerdir.

Mülteci, turist ya da misafir, adını ne koyarsanız koyun, kendi ülkemiz insanı kadar suç işlemeye eğilimli, hasta, kusurlu olabilir. Suçun milliyeti, ahlaksızlığın cinsiyeti, kusurun dini yoktur.

Bu ülkeye suç, ahlaksızlık ve haysiyetsizlik mültecilerle birlikte girmedi. Basında çıkan günlük adliye haberlerine bakmanız yeterli. Tacizci mülteci tabii ki ceza alsın ama tacizici vatandaşın aldığı cezayı geçmesini beklemeyin. Hırsızlık yapan mülteci tabii ki ceza alsın ama vatandaşın alacağı cezanın üstünde ceza almasını beklemeyin.

Multecilerin toplama kamplarında olması gerektiğini söyleyenler olacaktır. Angelina Jolie'nin turist gibi gezip beğendiği,  konforlu yerler değil oralar. Kadınlar fuhuşa zorlanıyor, çocuklar istismara uğruyor ve korkudan seslerini çıkaramıyorlar. Mezhep ayrımına tabii tutulup buna göre muamele görmeleri kısmına girmiyorum,  o da bizim siyasi ayıbımız.

Çoğumuz hiç mülteci olmayacakmışız gibi yaşıyoruz, günün birinde Yunan ya da Bulgar sınırına doğru kafileler halinde yürümek zorunda kalmayacakmışız gibi ahkam kesiyoruz. Konuşma fırsatı bulursanız, Suriyelilerden birine sorun bakalım, 6 sene önce şimdi yaşadıkları hayatı yaşamayı akıllarına getirmiş miydiler? Selametle...

2 Temmuz 2017 Pazar

2 Temmuz'u Unutma!

2 Temmuz'u unutma!
Cuma kılmak için gittikleri Camiye ayakkabılarla girmemişlerdi, tekbir getirerek çıktılar. Büyük bi gürültü ile, kin ve nefret kusarak, dini hassaiyetlerinin incinmesini gerekçe göstererek içinde çoğu lise öğrencisi, sanatçılar ve aktivisterden oluşan konukların kaldığı Madımak Oteli'ni, tereddüt etmeden ateşe verdiler.
Bunlar olurken polis ve asker izledi, hatta örtük destek verdi.
Vali ortada yoktu.
İtfaiye yangını söndürmekte ve kurtarma çalışmalarında gönülsüz davrandı.
Donemin Başbakanı, yakanların başına bir şey gelmemiş olmasına sükretti.
İlgili bakanlar ve bürokratlar da benzer bir aymazlıkla "ama Aziz Nesin de dini hassaiyetleri kem küm, tabii yani % 99'u Müslüman olan bir ülkede..." diye beyan verdiler.
Yargılama o kadar uzun sürdü ki zaman aşımına uğradı. Hoş uğramasaydı da bir sonuç alınamyacağı, geçen süre içinde yapılan uygulamalardan anlaşılıyordu.
Zaman aşımı açıklanıp dava düşünce, dönemin Başbakanı, "vatanımız, miletimiz için hayırlı olmuştur" dedi.
Sanık avukatlarının 8'i başarılı (!) çalışmalarından dolayı akepeden milletvekili seçildi.
Suç, ölenlerin üstüne kaldı, başka suçlu kalmadı.
Türk devlet geleneğinin katliam tarihine, televizyonlardan canlı yayınlanan ve kimsenin müdahale etmediği katliam olarak geçti.
İnsanlık yandı, ciğerlere dolan insan kokusuydu.

Sanılanın aksine travma için iyileştirici olan unutmaya çalışmak değil, bütünlüklü biçimde çalışan bir bellektir.
Sivas'ı unutma! Çünkü 2 Temmuz, utanılması gereken varlıklar olduğumuzun isli, kara tarihidir.

18 Haziran 2017 Pazar

Anneler ve Babalar Günü kutlamak caiz midir?



    1. Her babalar ya da anneler günü aynı konu dönüyor: "babası ya da annesi olmadan büyümüş ya da onları kaybetmiş olanları da düşünün ve onların canını acıtmamak için kutlama yapmayın ya da kutlamaları abartmadan yapın" deniyor.
      Öncelikle sevgililer, babalar ya da anneler günü gibi, uydurulan ama iyi pompalandığı için de liberal ve kapitalist düzende kabul gören günlere bir anlam yüklemediğimi söyleyeyim. Birisini sevmek ya da ona olan sevgimiz göstermek için bir güne ihtiyacımız yok. Ayrıca sevgiyi gösterme biçiminin mutlaka bir hediyeden geçmesi koşulu hiç yok. Mesela yakın bir dostum, alemci babasına Kulüp Rakısı götürmüştü. Babası "hayatımda aldığım en güzel hediye" diye ağlamıştı.
      Bu türden günleri kutlamak isteyenlere parmak sallayan bir tavırla, tepeden bakarak zorla duyarlılık yükleme çabasını da yersiz bulduğumu belirtmek isterim. Babasız ya da annesiz ya da her ikisi birden olmadan büyümek hayatın hiç kuşkusuz en ağır trajedilerinden birisidir. Buna benzer bir acı, onları kaybettikten sonra da yaşanır. Anacak başımıza gelen her kötü deneyim gibi bunlar da hayatın bize yaptığı gerçek sınavlardır. Herkes kendi sınavını verir ve bunu yalnız başına yapmak zorundadır. O sınav kişiyi hem yaralayan ve ezen hem de güçlü kılan, var eden bir gerçektir.
       Sınavını veren birine destek olmak insanca bir şeydir. Saygı duyulası bir medeniyet örneğidir. Bununla birlikte, kutlama yapmak isteyene duyarsız pislik muamelesi yapmak da sağlıklı değildir.
      Herkes gönlünden geçeni yapsın. Neticede sevmek, bağlanmak, üzülmek, kaybetmek, kaybetmekten korkmak ya da olmadığına sevinmek herkesin yaşayacağı deneyimler. Günün birinde hepimiz kaybedecek bir şeyi kalmayacak insanlar olacağız. Anne babalar evlatlarını gömmesin, yeter..

    16 Haziran 2017 Cuma

    "Ego", bir iddiadır

    "Ego", bir iddiadır. Egoizm, öğrenilmiş bir niteliktir. Pek çok diğer öğrenilmiş nitelik gibi onu da başkalarına borçluyuz. Bu nedenle bir giysi ya da takı gibi üzerimizden çıkaramaz, bırakıp gidemez, başkalarına devredemeyiz. Egonun fazlası ya da azına sahip olmak gibi bir seçimimiz olamaz, sahip olduğumuz miktar ya da süreç, zaten sahip olmamız gereken şeydir
    Modern dünyada hiçbir şey kişisel değildir.


    Öğrenilen şeyler öğrenildikleri gibi terk edilme imkân ve ihtimaline de sahiptir. Burada vazgeçilmez olan, yalnızca öğrenilmiş olanlar değil, diğer insanların varlığıdır. Bu gerçeklikten kaçınamayacagımıza göre, öğrendiğimiz egomuzdan da kaçınmamız mümkün olmayacaktır. Olsa olsa düzenleyebilir, revize edebilir ya da tepkilerini kontrol edebiliriz ama onsuz var olamayız.

    15 Haziran 2017 Perşembe

    Astroloji Kibirdir

    3 büyük kişilik kuramı, binlerce sayfa yazı yazılmış, yüzlerce saat araştırma yapılmış, binlerce denek üzerinde anketinden tematik algılama testine kadar bir sürü teknik kullanılmış ama bilim "tipik bir aslan" diyerek her şeyi özetleyene karşı çaresiz kalıyor. 'Siz bağımlı kişiliksiniz, başkalarının onayı olmadan kendi bireysel varlığınızı devam ettiremiyorsunuz' desen kavga edecek tipe 'balık burcu eşine, ailesine, dostlarına sadıktır' dersen 'ayyy! Tıpkı ben!" diye sevinir Ya da "obsesif kompülsif bozukluklar ilaç ve terapiyle tedavi edilebiliyor" dediğinde "sen bana deli diyemezsin!" diye çemkiren şahıs yaşadığı çevrenin düzenli olmasından hoşlanan başak burcu olmakla övünür.
    Samanyolu galaksisinde yaklaşık 200 milyar yıldız, evrende yaklaşık 170 milyar galaksi, tüm evrende tahmini 100 trilyon yıldız var. Kendini o kadar önemsiyoruz ki sayıları 8 ile 9 arasında değişen gezegenlerin, sırf biz o zamanda doğduk diye halaya durduğunu sanıyoruz. İnsanı evrenin ya da dünyanın merkezine koyan bütün paradigmalar, yanılsamadır, kibirdir.

    8 Haziran 2017 Perşembe

    Savunma Mekanizmaları neyi savunur?

    Psikoloji dersleri almış olanlar ya da amatör psikoloji okuyucuları, akıl sağlığını korumak için geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarından az buçuk haberdardır. Bu mekanizmalar, bizde rahatsızlık yaratan durumların gerginliğinden korunmamızı ve kendimizi sorunu çözecek güç ve zamanı bulana kadar geçici olarak iyi hissetmemizi sağlar.
    Bu mekanizmalar kendi içlerinde çeşitli biçimlerde sınıflandırılabilir. Bir sınıflandırma, mekanizmaları çocukluk dönemi ilkel mekanizmaları, ergenlik dönemi yarı-olgunluk mekanizmaları ve yetişkinlik mekanizmaları olarak gelişim dönemlerine göre ele alır. Çocukluk dönemi ilkel mekanizmalarından bir tanesi olan "yansıtma" (projection) mekanizması, başkasını suçlama ya da kendi suçunu başkasına atma biçiminde gerçekleşir. Kişi kendinde gördüğü olumsuz bir dürtü ya da özelliği başkasında görme eğilimindedir; suçlu ötekidir. Sağlıklı kişilik gelişimine fırsat bulan çocuk, zamanla suçu her vesileyle dışarıda aramak yerine, sorunun kaynağını analiz eden bir yetişkine evrilir: kiloda kaçan çiş için Miki'yi suçlayan çocuk, sağlıklı bir yetişkin olduğunda yaptığı seçimlerin sonuçlarını üstlenen birisine dönüşür: ortada kendisinden kaynaklanan bir sorun varsa onu sahiplenir.  
    Günlük yaşamda kendi suçu/ olumsuz eğilimi olanların başkalarına yönelik öfkeleri, çocukluktan beri aşamadıkları bir gerginliğin göstergesidir. Yaptıkları seçimler ve o seçimlere dayalı eylemlerinin sorumluluğunu taşıyacak ego kapasitesi gelişmemiş kişiler, baş edemediği duygusunu, öfke olarak ya gücünün yettiği, dişini geçirebileceği bir hedefe yöneltir. Günahların kaynağı şeytanın baştan çıkarmasıdır; çünkü ona öyle emir verilmiştir; çünkü onu kızdırmışlardır; çünkü diğerleri vatan hainidir; çünkü diğerleri dinsizdir; çünkü insanlar bunu hak etmektedir; çünkü, çünkü, çünkü.. Onların hep haklı bir nedenleri vardır, dünyanın geri kalanı suçludur... Bu da bizim bir türlü çocuk/ergen bir toplum olmaktan çıkıp, yetişkin bir toplum olamamamızla görünür hale gelir. Başa çıkılamayan rahatsızlık duygusu ennihayetinde öfke olarak görünür hale gelir. Muhatap, öfkeye biat ederse, öfke patlaması suçluluk duygusuyla sona erer. Ta ki öfke yeniden yükselip başka bir vesileyle patlayana kadar. Ancak öfke bir nedenle kaynağına yönelemezse o zaman gücünün yettiği bir hedefe yönelir. Yani eşeği dövemeyen semeri döver. Bu herhangi bir biçimde sorun çözer mi? Geçici olarak belki. Sonrasında sorunları erteleye erteleye büyütür. Büyüyen sorunlar, daha büyük öfkeleri tetikler, tetiklenen öfke yeni pişmanlıklara yol açar, yeni pişmanlıklar daha büyük öfkeleri tetikler... Kısır döngü hayatı tehdit ede ede sürüp gider..

    Savunma mekanizmaları, sorunumuzu çözebilmek için ihitiyaç duyduğumuz zaman ve enerjiyi elde edelim diye bize fırsat verirler. Başlı başına birer problem değildirler, problem onların ne sıklık ve şiddette kullanıldığına bağlı olarak tanımlanır. Sorun şudur ki savunma mekanizmaları sorunlarımızı çözmez, sık ve sürekli kullanıldığında kendileri başlı başına soruna dönüşmektedirler. Sağlıcakla..

    15 Mayıs 2017 Pazartesi

    Evlilik teklifinde çıtayı çilek dalına yükseltmek

    Geleneksel toplumlarda evliliğin kutsanması, modern toplumlarda tüketimin körüklenmesine dönüşünce, eşşek kadar insanlar evlilik teklifleri ve düğün törenlerini deYişik yapmak için olmadık şaklabaklıklara başladılar.

    Akıllara durgunluk veren evlilik teklifi ya da orijinal konseptli düğün törenlerine harcanan efor ve zamanı ilişkinin içeriğine harcasalar, belki sosyal medyada haber olmazlar ama mutlu olurlar.

    Bir evlilik ve bir boşanma yaşamış birisi olarak, herkesin en az bir kere evlenip, o nalı toynağına taktırması gerektiğine can-ı gönülden inanıyorum. Kötü örnekler var diye kategorik olarak evliliği reddetmek ne kadar anlamsızsa, "herkes evleniyor bir ben evlenemedim" diyerek evliliği hayatın amacı haline getirmek de aynı ölçüde anlamsızdır.

    Evliliğin kendisi, tıpkı diğer sosyal kurumlar gibi, kendi başına iyi ya da kendi başına kötü değildir. Bir ilişkiyi başarılı, sağlıklı ya da kalıcı iyilik hali olarak tanımlayacak olan şey, bir nikah salonunda aldığı sosyal-hukuksal onay ya da düğünün kaça mal olduğu değil, tarafların birbirine karşı gösterdiği özen, ilgi, bakım alan ve bakım veren olma sorumluluğunu üstlenme, arkadaşlık etiğine uygun eylemleridir. Yürümeyen ilişkiler arkadaşlık bittiği ya da hiç kurulmadığı için biter.

    12 Mayıs 2017 Cuma

    Mevlana kim değildir?

    Mevlanan'yı, çok şükür ki, Elif Shafuck'tan öğrenen birisi olmadım, o yüzden de tasavvuf konusunda, romantik olmayan ama değerli bir deneyim türü olduğunun hakkını teslim edecek kadar bilgi sahibi olduğum bir bakış açısına sahibim.. Bir dinin metafizik değil, etik ve geleneksel boyutunun daha hayırhah olduğuna inanırım. O Nedenle mistisizm gibi, bütün dineri yatay olarak kesen pratikleri uzaktan ve gerçekçi bir merakla izlerim..

    Mevlana'nın Mevlevihane'de varsıl bir hayat sürerken, siyasi iktidarla uzlaşma içinde olduğunu, 
    Konya dışında sürüp giden kıyım ve yağmaya da göz yumduğunu da ekleyerek, gene de güzel şeyler yazdığının hakkını teslim edelim.. 


    Fihi Ma Fih'ten bir öğüt..
    "Sizler, kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz.
    Bir erkek gibi bir kadının da yüreği iyi ise, yasakları uygulamasan da, o iyilik yoluna gidecektir.
    Yüreği kötü ise, ne yaparsan yap, onu hiç bir şekilde etkileyemezsin.
    Kıskançlık denilen şeyi bilme.
    Cahillerdir, kadından üstün olduğunu sananlar.
    Cahiller kabadır. Sevgi ve güler yüz nedir bilmezler.
    Ancak hayvan erkekler, kadından üstündür.
    Seven erkek ise, kadınla eşittir."

    10 Mayıs 2017 Çarşamba

    Şu Zavallı Ego'mun Sanal Alem Psikiyatrisinden çektiği..

    Epey bir vakittir sanal alemde, mütemadiyen, 'ego'nun kötü olduğunu, onu denetlememiz gerektiğini, egosuna hakim olamayan insanların kötü, ya da en hafif deyimiyle, budala olduğunu anlatan paylaşımlar görüyorum.. Doğal olarak da kendi bildiğimi sandığım ego kavramı ile insanların çoğunun bildiğini sandığı şu ego kavramı arasındaki makasın açık olduğunu düşünmeye başladım.. Zira, Latince "ben", "kendilik", "benlik" denen ego, neden kötü ve denetim altında tutulması gereken şeytani bir şey olsun ki? Üstelik insan doğası o kadar da kendini sevmek üzerine kuruluyken..

    Ego, insanın hem özne boyutunu tanımlayan irade, bilinç ve vicdanı hem de onun nesne boyutunu tanımlayan, dürtülerini, iç isteklerini, tutkularını, içsel enerji kaynaklarını içine alan çok boyutlu bir karmaşadır. (karmaşa=kompleks konusu da bir başka açık oturum başlığıdır; kapaparantez)
    Adamım Freud, kişilik kuramını geliştirirken, insan psikolojisini, id(alt-ben), ego (ben) ve süper-ego (üst-ben) olarak sınıflandırmıştır. İd, zevk temelli bir istekler ve aşırı ısrarcı temel enerjinin çıkış noktasıdır. Temel ve en ilkel benliktir. Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır. Onun sayesinde yaşamaya devam edecek gücü buluruz.


    Süper-ego, toplumsal olanı, Nietzsche'nin ifadesiyle, içimizdeki sürüyü temsil eder. Ne yapıp yapmamamız gerektiğini, doğru ve yanlışın ne olduğunu, ayıp, günah, suç gibi kontrol edici bilinç-dışı mekanizmaların içimizdeki karşılığıdır. O kadar güçlü ve acımasızdır ki, medeniyet denilen şey onun sayesinde inşa edilmiştir.

    Ego ise idin bu isteklerini gerçeklikle karşılayan kısımdır. Çeşitli savunma mekanizmaları ile idi kontrol eder. İd ve süper-ego arasındaki dengeleyici katmandır. Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve idin bazı isteklerine izin vermektir. Ego, gerçekliğin filtresi ve düzenleyicisidir. Bunu da ilkel arzular ve toplumsal kontrol arasında, akışkan bir yalpalamayla  sürüp giden libidinal geçişlerle yapar. Yani hem toplumun hem de idin beklentileri arasında helak olarak yapılanır ve yapılanmış olarak kalmaya çalışır.


    Buradan yola çıkarak diyebilirim ki: kontrol altında tutulması gereken egonuz değil, budalalığınız, kötü seçimleriniz, cahilliğiniz ya da ego kapasitenizi yeterince kullanmamaktan kaynaklanan bilumum sorunlarınızdır. Çünkü zaten sağlıklı ego, hem dürtüleriniz ve güdülerinizi denetler, hem de bireysel varlığınız ve toplumsal gerçeklik arasındaki dengeyi korur.. 


    Aslında sizin siz olmanızı sağlayan şeyi değil de, mesela, sizi siz olmaktan çıkmanızı isteyen süper-egoyu hedefe alan bir eleştiri anlayışı geliştirmek, daha sağlıklı bir yetişkinlik ve kalıcı iyilik halini mümkün kılacaktır..

    Ondandır ki, egonuzu seviniz ve ona sahip çıkınız ve onu koruyunuz ve onu her daim yapılandırıp tamamlayınız.... 

    8 Mayıs 2017 Pazartesi

    Sevgi neydi? Sevgi emekti...

    İnsan ilişkilerinin kökeninde yatanın ne olduğu sorusu, tarih boyunca, sanatçılar, filozoflar ve bilim insanlarının yanıtlamaya pek hevesli olduğu bir soru olmuştur. Yanıtlar muhteliftir. Bazısı insan doğasının kötülüğü, bazısı da iyiliği varsayımından yola çıkar. En sevdiğim argümanlardan birisi alış-veriş olarak gören anlayıştır. Bu anlayışa göre, sevgi/aşk dahil bütün ilişkilerimiz, kabaca, vereceğimizden daha fazlasını alacağımız varsayımına dayanır. Yani temelde temelde vermeden almayız ve almadan vermeyiz. Üstelik her iki taraf da -ikili ilişkileri temele alıyoruz- verdiğinde fazlasını almayı ummak eğiliminde.

    Bu noktada akla bir eşitsizlik ya da dengesizlik ihtimali gelebilir, gelmesin. Zira, siz verirken sizden eksilmeyen bir şey, başka birisi için yaşamsal öneme sahip olabilir. Ya da sizin tamahkarlıkla aradığınız bir hazine, başkasının, öylece orada duran ve etrafa saçılmayı bekleyen doğal kaynağı olabilir. Unutmamalıyız ki insanlar-arası dengeler matematiksel değil, organiktir, ihtiyaç duyduğumuz şeyler bireysel olarak farklılık gösterir.

    Bundan mütevellit, vermek ve almak karşılıklı olduğu sürece ilişkinin dengesi, karşılıklı bir akış olarak sürer, göreli dengesizlik, alış-verişin karşılıklılığı sayesinde, göreli denge olarak kurulur. Mutlak bir dengenin, mutlak bir mutluluğun, mutlak bir sevginin olduğu kusursuz ilişkiler yoktur çünkü insanlar ve koşullar da tıpkı mutlaklar gibi değişir.

    Akışın tek yönlü olduğu ilişkilerde -ki teknik olarak bir ilişki olduğu da tartışmalıdır- bir süre sonra "çok veren" maldan değil, "can"dan vermeye başlar. Verdiğinde ego bütünlüğünde oluşan boşluk, başka bir veri girişiyle dolmadığında, kişilik yapılanması, çözülmeye başlar. Kuşkusuz ki "veren" "alan"dan daha çok sevmektedir ancak bu tek tarafın verişi olarak kaldığında, "veren" vermeyi yani sevmeyi bırakmaya başlayacaktır.

    Bu noktada karşılıklı alış-verişin "sen benim için bunu yaptın", "ben senin için şunu yaptım" tarzında bir mekanik düzlem olmadığını da eklemek gerekir. Zira bu bir sevgi ilişkisi değil, ticari bir pazarlık, perdede duyguların, perde gerisinde çıkarların olduğu bir sömürü ilişkisidir.

    Ezcümle, sadece almayı umduğunuz bir ilişkiden fazla hayır beklemeyiniz, tıpkı, sadece verdiğiniz için değer göreceğinizi düşündüğünüz bir ilişkiden de hayır beklememeniz gerekiği gibi. Almadan vermenin Allah'a mahsus olduğu hikayesi ise, başka bir yazının konusu olsun..

    3 Mayıs 2017 Çarşamba

    Öğretmenler Öğrencilerini Gömmemeli

    19 yıllık meslek hayatım boyunca, hatrı sayılacak miktarda öğrenci acısı yaşadım ki bunların bazısı telafisi olmayan ölüm acısıydı..

    Trafik kazasında ölmüş olan vardı..

    Askerde "eğitim zayiatı" adı altında, komutan dayağı ve işkenceden geçemediği için ölen vardı, mesela..

    Mesela er olarak görev yaparken çatışmada şehit düşen Emre vardı...

    Dağa çıkıp, PKK'ya katılıp, kendisi yaşındaki askerlerle girdiği çatışmada ölen de vardı..

    Ankara gar katliamında ölmüş olan, bizzat tanışmadığım ama tanıdıklarım vardı..

    Suruç katliamında ölenlerden bazısı öğrencim, bazısı öğrencilerimin arkadaşlarıydı..

    Ağabeyini elindeki silahla hayatını kaybeden de oldu..

    Narin kelebeklerimden birisi okulda kalp krizi geçirdi...

    Güzel gözlü Arif'im şehit düştü.. Gözde'sini yalnız bıraktı..

    Tanımadığım çocuklar incinirken bile dayanamayan kalbim, tanıdıklarım giderken iki değirmen taşı arasında eziliyor..

    Öğretmenler öğrencilerini gömmemeli! Bu kadarı çok fazla!




    1 Mayıs 2017 Pazartesi

    1 Mayıs


    İşçi ölümlerinde Avrupa birincisi, Dünya üçüncüsü olan memleketim.. Çocuk Hakları Sözleşmesini imzaladık ama TBMM'den geçirmedik, neden? Çünkü o sözleşme sayıları 4 milyon olduğu tahmin edilen çocuk işçileri, sistem dışına çıkarmayı zorunlu kılıyor.. 

    Bugün;
    Dizi setlerinden hastanelere, şantiyelerden fabrikalara, turizm ve eğlence sektöründen eğitime kadar geniş bir iş alanında, fazla mesaileri ödenmeden çalıştırılan, angaryaya mahkum edildiği için hakları yenen emekçilerin;
    İş güvenliği bedeli, ölüm tazminatından daha fazla olduğu için tersaneler, madenler ve inşaatların ihmalkarlığında ölenlerin;
    Sayılarının 5 milyon olduğu tahmin edilen, taşındıkları kamyon kasalarında trafik kazalarında ölen, hiçbir sosyal güvenceleri olmayan mevsimlik tarım işçilerinin;

    Üniversite mezunu oldukları, döpiyes-takım elbise giydikleri için plazaların insanlık-dışı konforunda (!) rahat çalıştıkları düşünülen banka-ofis işçilerinin;
    Sırf kadın oldukları için erkeklerle aynı işi yaptıkları halde düşük maaş almayı kabul etmek zorunda kalan kadın emekçilerin;
    Taşeronlaşma nedeniyle, eğitimi, pozisyonu ve işinin önemi ne olursa olsun, basit bir sözleşmenin güvencesizliğinde çalışan nitelikli personelin;
    Devletin güvencesine kavuşmuş oldukları için her türlü itilip-kaklımayı haketmiş olduklarına inandırılmış olan devlet memurlarının;
    İşçi Bayramında, işçiler bayram kutlamasın diye başka şehirlerden nakledilip, kendilerinin de emekçi olduklarını unutmuş/öğrenmemiş olan polislerin;

    4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 1518 TL, yoksulluk sınırının 4945 TL* olduğu memleketin hükumetinin, sanki çalışma hayatının tek sorununun, bayramın hangi meydanda kutlanacağı sorununa indirgemeyi başardığı bayramıdır, 

    Kutlu olsun..
    * Nisan 2017 verileri

    20 Nisan 2017 Perşembe

    Kafa açılır, görüş alınır..

    Kendimize benzer olanla birlikte yaşamak kolaydır. Kendimize benzemesinden bağımsız olarak, açık bir zihinle birlikte yaşamak çok daha kolaydır. İlkinde bazı zaman gelir, konuşmana gerek bile kalmaz; ikincisinde ise bir sürü sorun senin konuşmana gerek olmaksızın hazır çözülmüş olarak önüne gelir.

    Asıl mücadele alanı, kendimiz gibi olmayana tahammüldür. Bu hem ötekiyle mücadelenin gerçekleştiği bir özerklik elde etme, hem de kendimizle mücadelenin gerçekleştiği bir kişisel gelişim alanıdır. Ötekiyle girilen mücadele, yaşamımızın sınırlarını çizmemize imkan ve ihtimal verir.

    Şunu da unutmamak gerekir ki mücadele edenin mutlaka hakkını elde edeceğinin garantisi yoktur. Ama hiç mücadele etmemiş olan asla başaramayacaktır.

    İnsanın Alacası İçinde..

    Her insanın içinde, derecesi değişmekle birlikte karanlık bir taraf aynı şekilde hep toplumun da içinde yine derecesi değişmekle birlikte karanlık bir taraf vardır. Hiçbir insan kişilik düzeyinde kendinden her türlü kusurdan arınmış olmadığı gibi, hiçbir insan toplumu da etik, estetik ve politik olarak kusursuz değerlerle donanmış değildir. 




    Yaşadığımız döneme ve karşılaştığım insanlara bakınca, içimdeki deli, "tanıdığın insanların bazıları, toplumda giderek yoğunlaşan ve yaygınlaşan karanlığı, kendi içlerindeki karanlıkla aynı tonda olduğu için gözü kara bir dirençle savunuyor" diyor. O karanlıktan korkuyor, kendim ve sevdiğim karanlığı aydınlığından daha fazla olan insanlar adına endişe ve umutsuzluk taşıyorum.

    İşin ilginç yanı, azınlıkta da olsalar da, haklı olanlar daha umutlu ve özgüvenli, haksız olanlarsa, kalabalıklarına rağmen özgüvensiz ve huzursuz.

    Anneannem "insanın alacası içinde" derdi. Bugünleri görseydi "ama bunlarınki dışarı vurmuş" diye ekler miydi?

    19 Mart 2017 Pazar

    Eskinin çarşılarından, bugünün AVM'leri

    Eskiden ne güzel çarşılar varmış. Kasabanın ya da kentin doğal durumuna göre, şehrin inşa edilmeye başlandığı yerin merkezinde, kendini açıkça belli etmeyen ama yoğun ve ağır bir denetimin hakim olduğu çarşılar. O çarşılar arasta -Farsça bezenmiş, süslenmiş- denen ve belli bir zanaatkar ya da tüccar grubunun iş yaptığı kollardan oluşurmuş. Yani genelde tek bir iş kolunun bulunduğu çarşılar. Kumaşçılar arastası, bakırcılar arastası, kunduracılar arastası..

    Modernleşmeyi bina yapmak, şehirleşmeyi beton/asfalt dökmek sayan bir şehir mimarisi hakim olduktan sonra, her yerde her türden şeyin dükkanı açıldı. Evler ve iş yerleri birbirine karıştı, büyük şehirlerin içinde kendileri de küçük birer kasabadan farkı olmayan semtler gelişti. Derken AVM enflasyonu yaşandı, bina zehirlenmesine maruz kalıp şuursuzlaştık. Büyük şehirlerde içinde gereksiz her şeyin olduğu ama aranılan hiçbir şeyin bulunmadığı, yellendiğiniz havayı tekrar tekrar soluduğunuz yapay havalandırmaları ve beyaz ışıklarıyla hep gündüzü yaşatan devasa cam ve çelik binalar yapıldı. O çarşılarda ihtiyaç duymadığımız hemen her şey var ama aradığımız hemen hiçbir şey yok.

    Ben hala semt pazarlarını ve eski çarşıları seviyorum. Tezgahları karıştırmak, esnafla itişmek hoşuma gidiyor. Kentsel dönüşüm nedeniyle artan kiraları karşılayamadıkları için mahalle aralarında terzi, tuhafiye, ayakkabı tamircisi, kırtasiye kalmamasına üzülüyorum. Bir boncuk iğnesi ya da bir kuka iplik için Moda'dan Yeldeğirmeni'ne kadar sokak sokak gezmek tuhaf geliyor. Gezmeye erindiğimden değil, mahallelerde esnaf kalmamış olması ağrıma gidiyor. Esnafın kapı önüne attığı sandalyelerde oturduğu çarşıları, çay ocağından yayılan buhurun yayıldığı arastaları seviyorum.

    Geçiş dönemlerinin bir türlü geçmemesi, gittikçe yorucu oluyor..






    18 Mart 2017 Cumartesi

    Gündelik Dilin (Gayr-ı) Meşru Dayanakları

    Siyasi dilin kendisine dinden dayanak bulması kadar bilimden dayanak bulması da tehlikelidir. "Çok günah", "sevabı büyük", "dinde yeri yok", "gerçek din bu değil" ya da "Kuran'da her şey yazıyor" gibi ifadeler aslında dinin bizzat kendine değil, inananın öznel değerlendirmesine gönderme yaparlar. Argüman ne kadar zayıfsa, onu temellendirmek için kutsala gönderme yapmaya duyulan ihtiyaç da o kadar artar.

    Benzeri bir durum, argümanına bilimden dayanak getirdiğinde, daha ikna edici olacağını düşünenlerde de mevcuttur. Kalıtım ve Psikiyatri, argümanlara sanki daha rasyonel ve zekice izlenimi veren ve bu nedenle de en çok tehlike arz eden iki ayaktır. Özellikle ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı ve akıl hastalıkları için kaynak sağlayabilirler. Mesela Nazizm, kafatası biçimleri ve anatomik görünümü, ırkçılık için olabildiğince zalimce kullanmıştır.

    "Kadınlar güce tapar", "kadınlar biyolojik olarak zayıftır" gibi cümleler için kalıtımdan, "tecavüze uğrayanlar tecavüzcü olur", "zeki insanlar akıl hastası olur" cümleleri için psikiyatriden kanıt getirmek çok kolaydır. Beğenmediğimiz, hoşlanmadığımız insanlar için "şizofren", "geri zekalı", "akıl hastası", "spastik" gibi ifadeleri, üzerinde düşünmeden, kolaylıkla kullanmak, bu ifadelerin içerdiği asıl anlamın hafiflemesine neden olur. Oysa çoğunlukla kötülük ya da kötü insanlar vardır, ve bu durumu sadece "kötücül"lükle ifade etmek yeterli olabilir. Duygularımızı içerik ya da şiddetini kuvvetlendirmek için "psikiyatrize" etmeye duyduğumuz ihtiyaç, çoğunlukla duygunun içeriğine duyulan güvensizlikle ilişkilidir.

    Bilim insanları Sözcü ya da Akşam gazetesinin manşet attığı gibi yargılar vermez, veremez. Veriyorsa orada bilim değil, bilimsellik elbisesi giymiş ideoloji vardır.
    Buradan faşizme, ırkçılığa, ayrımcılığa giden yol, tıpkı dinin açtığı yol gibi çok kısadır.

    Bilimsel hakikatler ideoloji uğruna çarçur edilemeyecek kadar değerlidirler çünkü çok zor elde edilirler. 

    8 Mart 2017 Çarşamba

    Kadınlar Günü değil, Uluslararası Emekçi Kadınlar günü

    Kadınlar Günü değil, Uluslararası Emekçi Kadınlar günü;


    Kutlama yapılmaz, anma yapılır çünkü o kadınlar size çiçek ya da pırlanta alınsın ya da akşam yemeğin çıkartılın diye can vermedi;

    8 Mart 1857'de, New York'ta 129 tekstil işçisi kadın, eşit işe eşit ücret talebiyle gittikleri grevde, kapıları üstlerine kilitleyen patronların yaktığı fabrikada can verdiği için yapılan anmaların yıl dönümüdür;

    Başta Rosa Luxemburg olmak üzere, kadın hareketinin ikonik isimlerinden kopartılmış bir farkındalık yaratmak bir yanılsamadan ibarettir. 

    Sırf Mustafa Kemal'i dünyaya getirdi diye konuyu Zübeyde Hanım'a indirgemek, her iki tarihsel kişiliğe haksızlıktır.

    Büyük (!) şairlerin görünüşte aşk, gerisinde aşağılama barındıran, kadınları 'oynak ve ağır kalçaları'yla betimlediği dizelerine sığınmak, en hafif haliyle durumu anlamamış olmaktır

    "Kadınlar başımızın tacıdır", "kadınlar anamızdır, bacımızdır", "kadınlar namusumuzdur" , "kadınlar çiçektir", "yuvayı dişi kuş yapar" türünden, gene kadını küçük ve aşağı gören, korunmaya muhtaç zavallılar, beyaz atlı prensini bekleyen aciz prensesler olarak gören anlayışın iltifatlarına kanmayın;

    Ayrıcalık değil, adalet talep edin!

    Korunma değil, eşitlik talep edin!

    Bunu hem erkekler hem de kadınlar olarak talep edin.

    Kolay elde edilmiş haklar, kolaylıkla geri alınırlar.

    Kadın olarak korkmayın, yanınınzda /arkanızda/ bir erkek olmadan da güçlüsünüz

    Erkek olarak korkmayın, sizden korunma/gözetim istemeyen kadın düşmanınız değil, eşinizdir/eşitinizdir 

    Modern hayatın romantikleştirme çabaları, geleneksel toplumların baskıcı, dışlayıcı uygulamalarından daha sağlıklı değildir.

    Dünyayı, yakarsa kadınlar yaksın!

    6 Mart 2017 Pazartesi

    Nerde..

    Nerde kendi hayatını yaşayamayan var, başkalarına nasıl yaşayacağı konusunda en iyi aklı onlar veriyor.
    Nerde kendi hayatının baş rolünde oynayamayan var, başkalarının hayatında yönetmenliğe soyunuyor.
    Nerde içinde "öteki"ne karşı saygı ve tahammül gösteremeyen var, sürekli ne kadar saygılı ve hoşgörülü olduğunun altını çiziyor.
    Nerde "mış gibi" yapan bir sahtekar var, tek doğruya o sahipmiş gibi davranıyor.
    Çoğu kişi, olmadığı birisiymiş gibi davranmayı, gerçekte olduğu kişi gibi davranmaya tercih ediyor.
    Eksik olmakta sorun yok, eksik kalmakta ısrar etmek mesele

    16 Şubat 2017 Perşembe

    Eril Dilinizi Sikiim!

    İktidarlar açık muhalefetten değil, politik değilmiş gibi görünen ama aslında ideoloji eleştirisi barındıran ayaklanmalardan korkarlar..


    Sanırım uzun süreden bu yana ilk defa toplumsal bir sorgulama yapıyoruz.. İşin tarjik-duygusal boyutunun sadece infial yarattığını ve infial ateşinin çabuk parlayan bir kıvılcım olduğunu, bu yüzden de aklın soğuk kanlı analizine ihtiyaç duyduğumzu düşünüyorum.


    Öncelikle "erkek dili" ya da "eril dil"in ne olduğunu açmak gerek: mesela hakeme trafikteki diğerine, televizyondaki siyasetçiye gibi bir "herif"e kızınca "orospu çocoğu" ya da "amına koyayım" diyor yani kadın-erkek hepimiz, "erkek dili"yle küfrediyoruz. İltifatlar da aynı çizgide ilerliyor "adamsın" "adamın dibisin" "taşşaklı hatun".. Bu dili öncelikle kadınların kullanmaması lazım ki, kullanan erkeğe de müdahale etmesi mümkün olsun..

    Sonra da kadın bedeninin kutsallığının tartışmasının yapılası gerekir. Kadının "anne" ya da "başımızın tacı" ya da "bacı" ya da "hanım" ya da "bayan" olarak nitelenmesi, dünyanın erkeğin cinsel organı etrafında döndüğü algısından kaynaklanmaktadır. Ne kadın bedeni kutsaldır, ne erkekler kadın namusunun bekçisi.. Bu anlayış, erkeği, kadının sahibi olarak kabul eden anlayışın kabulüdür. Herkes cinsiyetinden bağımsız olarak bireydir, saygı görecekse bunun için görmelidir.

    Gelelim infialin yarattığı ceza beklentilerine: O da aynı zihniyetin bir başka mecraya akışından başka bir şey değil.. Mesela idamın geri gelmesini ya da Orta Çağ'da tecavüzcülerin cinsel organlarının farelere yedirtildiği gravürlerin gündeme gelmesi de tecavüzü onaylayan/yapan kafanın devamıdır. Çünkü zaten tecavüz, taciz v.b. eylemler, seksle değil, iktidarla ilgilidir. Kuran'dan ayetlerle konuya girip,tecavüzcüye kısas cezası talep eden kafa, zaten tam da tecavüzü hak, dolayısıyla da ceza olarak gören zihniyetin kaynağıdır.. Çünkü ne tecavüz, ne de idam, ıslah edici cezalar değildir, olsa olsa korkuyu katmerleyerek bastırılmışlığı pekiştirir. Zaten iktidarlar da böyle olayları bahane edip idamı yeniden gündeme getiriyorsa, bilin ki o idamlarla infaz edilecek olanlar, tecavüzcüler olmayacaktır..

    "Ama" bağlacı atmadan cinayeti kınayamayanlar iktidar iktidar sadece siyasi iktidar değildir. İktidarların beslediği ve beslendikleri kaynak görünüşte kadına değer veren ama asıl amacı bu olamayan güçtür. Önerdikleri her önlem nedense "kadını koruma" düzleminde; erkeğe yönelik bir yenileşme-aydınlanma içermiyor..

    İş yine kadının kurucu işlevine gelip takılıyor: Her şeyi ıslah edip evcilleştirebilen kadınlar, bir gün gelir belki erkekleri de evcillestirebilir...


    (Bu yazı, Özgecan Arslan cinayetinden sonra, sosyal medyada hızını alamayan paylaşımlar üzerine klavyeye alınmış bir taslaktan düzenlenmiştir)

    Kişisel Olarak Kaçacak Deliklerin İcadı..

    Genel hal ve gidiş çoktandır, büyüyen, artan ve hızlanan bir biçimde ikili bir zihin halini zorunlu kılıyor: ya görmezden gelen birisi olmak ya da elinden bir şey gelmediği için derinleşen bir öfkeyle ama neye öfkeli olduğunu tam olarak da bilemeyen bir öfkeyle saldırganlaşmak. 

    Kendi adıma üçüncü bir kaçış yolu, tüm bu olan bitenin içinde olduğumun farkında olarak ama mümkün olduğunda da bu hengame ve kokuşmuşluğa dışarıdan bakarak bir çıkış yolu bulmayı deniyorum: bunu da günlük hayatın minik ve önemsizmiş gibi görünen ayrıntılarına sığınarak başarmaya çalışıyorum. 
    Elimizden, küçük dünyalarımızda, sevdiğimiz az sayıda insanla, yapmaktan zevk aldığımız her ne varsa yapmak ve dünyanın yanışını biraz da kayıtsız bir bilgelikle izlemekten başka bir şey gelmeyecek sanırım..
    Sevin, aşık olun, hayran olun, ilgilenin, şımarın, şımartın.. Elimizde muhtemelen bunlardan başka ayrıcalıklar kalmayacak..

    13 Şubat 2017 Pazartesi

    Sevgililer Gününüzü Görün!


    Her şey, Roma İmparatoru Cladius'un, evli erkekler ailelerini geride bırakmaktan çekindikleri için askere gitmemeye başlayınca, Roma'daki tüm nişan ve evlilikleri yasaklamasıyla başladı. Pagan imparatorunun bu kararının din ve aile kurumuna saldırı olduğuna inanan papaz Valentine,kendisi gibi papaz olan Mairus'la birlikte Hristiyan çiftleri gizlice evlendirmeye devam etti. Bunu öğrenen İmparator hiddetlendi, Valentine taş ve sopalarla dövülerek öldürüldü. Kayıtlara göre 14 Şubat 273 günü gömüldü, Katolik kilisesi 226 yıl sonra Valentine'e "Aziz" unvanı vererek onu onurlandırdı. Bunu, 15 Şubat'ta kutlanan bir başka Pagan bayramı olan Kurt Bayramı'na bağlayıp -kilisenin en akıllıca uygulamalarından birisi, Pagan uygulamaları Hristiyanlığın içine ithal etmektir, ki bu başka bir yazının konusu olmayı haketmektedir- kilise denetiminde bir kutlamaya dönüştürdü, Aziz Valentine de aşıkların koruyucusu olarak kabul ve saygı gördü. Böylece hem kilise toplumsal yaşamı kontrol edecek yeni bir gün icat etmiş, hem de müminlerin elinde de oyalanacak yeni bir hikaye geçmiş oldu.

    Konu, 1800'lü yıllarda başlayan Kuzey Amerikadaki federal devletlerde yeni yeni canlanmaya başlayan ticaret ve tüketimi artırmak isteyen perakende mağazacılarının el atmasıyla tamamen başka bir yere evrildi. Ester Howland adlı kadının, sevgilisine, ilk "Sevgililer Günü" kartını yollamasıyla olayın ticari potansiyelini keşfeden perakendeciler, fırsatın üzerine olabildiğince hız ve hırsla atladılar. Sonbahardaki Şükran Günü, Haloween ve Kış ortasındaki Noel Yortusunda yoğunlaşan alışveriş, Kışın sert olduğu dönemlerde azalıyor, neredeyse Nisan ayındaki Paskalya Yortusuna kadar ciddi bir durgunluk gözleniyordu. Aranan kan dövülerek öldürülen ve tüm bunlarla zerrece ilgisi olmayan Aziz Valentin'i anma bahanesi olarak bulundu, kısa sürede Avrupa'ya da yayıldı. Kapitalizm yeni bir tüketim bahanesi bulmuştu ve bunu tamahkarlıkla sömürdü. Özellikle 2. Dünya savaşından sonra, tüketimi canlandırmak isteyen mağaza zincirleri tarafından sistematik olarak popülerleştirildi.

    Yaşı + 45 olanlar Özalizm fırtınasının estiği 90'lı yıllardan önce böyle kutlamaların gündemimizde olmadığını gayet iyi bileceklerdir. Mütareke yıllarından kalan ben ve benimle akran olanların bu uyduruk mevzuyu, kırmızı kalpleri, pelüş oyuncakları, 4999 Liradan başlayan tek taşları içine sindirememesinin nedeni budur. Hiç kuşkusuz sevdiğini belli etmek, hediyeleşmek, birbirini anmak gibi aşk ve aşka bağlı her türlü eylem iyi niyetli ve güzeldir. Sürprizler, hediyeler ve benzeri şeyler aşkı canlı ve sıcak, ilişkiyi heyecanlı ve bağlı yapar. Hediyeleşin ama bunu takvimdeki bir güne bağlayanların gazına gelmeyin... 

    İhtiyaç duyulan şey aşkın taşıdığı anlamdır, hediyenin etiket fiyatı değil..

    10 Şubat 2017 Cuma

    İçimdeki Öteki..

    İçimdeki Öteki..

    Bu aralar işitmekten en çok zevk aldığım kavramlardan birisi "ötekileştirmek"; tabii tüketilen her kavram gibi o da kullanıla kullanıla aşınıyor..


    Kendimiz gibi olmayanı tanımlarken yaptığımız bu sınıflandırmanın en sevdiğim kayması, kendimiz gibi olduğu halde halini beğenmediğimiz "içimizdeki öteki"lere karşı kullanırken yaşanıyor.
    Mesela falanca futbol takımının taraftarıyız; -hangi takım olduğu önemsiz- sizin gibi davranış sergilemeyen diğer taraftarlar için "camiamıza yakışmıyor, bir bilmemhangitakımlı bunu yapmaz" deriz.
    Mesela pedofili eğilimli olduğu anlaşılan bir öğretmen tespit edildiğinde, "bir öğretmen bunu yapmaz, öğretmene yakışmıyor" der, böylece içinde bulunduğumuz meslek grubunu güya temize çıkarmış oluruz. Mesela rüşvet aldığı bilinen bir polis tespit edildiğinde, "bir polis asla rüşvet almaz" denir, böylece emniyet camiası bu işten güya temize çıkmış olur.
    Mesela, bir terör örgütü dini inanç, milliyetçilik ya da başka bir gerekçeyi ileri sürerek cinayet işlediğinde "gerçek din/ideoloji/v.b. bu değil" denir, böylece inancımız ya da ideolojimiz tertemiz kamış olur.

    Olur mu? Öyle olmaz halbuki..

    O takımın holigan taraftarı da o camiaın bir parçası, pedofil öğretmen de, rüşvetçi polis de, yalancı imam da, katil dindar da, şerefsiz milliyetçi de, ilkesiz liberal de, adi komünist de, saldırgan feminist de..

    "Gerçek bilmemne bu değil" demek, o grubun parçası olarak bizi sorumsuz kılmaz; bizi sorumsuz kılacak olan, içinde bulunduğumuz sosyal/politik/mesleki v.b. katman ne olursa olsun, çürükleri görme, kabul etmeme ve ayıklama becerimizdir..